12/16/2011

SAKURA





Kadehteki kirazlardan gözlerini alamıyordu, kış ortasında kiraz. Zaman onu sarmal kollarının arasına almış dans ediyordu, ben de kirazın ağızda bıraktığı o tadı anımsamaya çalışıyordum. Aslında hayatımın yaklaşık yirmi beş senesi söz konusuydu ve ben çalışıyordum, hep çalıştım. Anladı. ‘Anlamdım’ dedi. Kadehten bir tane kiraz aldı. Dudaklarına götürdü. Çiğnediğinin kiraz olduğuna ne şüphe. Galiba dünyada tadı en zor anlaşılan meyve kirazdı. Nasıl bir tadı vardı düşündüm Umut ikinci kirazını yerken onu izledim dalgın halde. Kiraz, lezzetli olmasına lezzetliydi ama belirgin bir kokudan yoksundu sanki. Hayatımın on senesi söz konusuydu ve yoktu. Yüzündeki merak ifadesi belirginleşti ‘yoktun’ dedi. Gerçekten yok muydum, haklı olabilir miydi düşündüm. Kadehi bana uzattı ‘alır mısın, çok güzeller, son zamanlarda yediğim en lezzetli kiraz bunlar’ eline baktım. Elini tuttum. Bir tane kiraz aldım, sapındaki o yeşil yaprağı çok sevdim. Küçük bir yaprak ne çok şey anlatıyordu onun hakkında. Hatta bizzat kendisinden bile daha çok ayrıntıyı, hikâyeyi, zamanı, uzamı, boşluğu, kimliksizliği, bitiş ile çekirdek başlangıcı. Kirazın çekirdeğini dudaklarımın arasından aldı, geriye bir pembelik kaldı, kirazlardan. Ellerini avuçlarımın arasına alıp kokladım. İzler silinmişti. Kaç yıl yaşadım bir iz kalmamış mı? Kucağına oturdum, başımı omzuna yasladım. Nefesi göğsüme düşüyordu ince ince. Nefesi sanki ipekten. Teninin kokusunda karamel yakalayışlarla uyudum kollarında. Kadehteki kirazlar beni izliyorlardı, ben uyurken onlar uyanıktılar. Rüyamda iş yerimde çalışıyordum, odamın kapısı çalındı, içeri bir dilenci girdi, bir şey için rıza istiyordu, düşündüm, ömrümün tamamını, bebeklik ve çocukluk dahil düşündüm. ‘Kendi rızanızla ölmeyi kabul ediyor musunuz’ o statik nakaratla dilendi, cebimden beş lira çıkartıp verdim. Rıza kimdi diye düşündüm. Gönül dese çıkartacaktım, Gülsüm ablanın kızı Gönül. Ama Rıza yoktu, hiç var olmamıştı. Defterimi açtım, elime kalemimi aldım, kalemim beni yanağımdan öptü. Gözlerim aralandı kendi rızamla, elimi yanağıma götürdüm, Umut da dudaklarını dudaklarıma.


Sakura

http://www.youtube.com/watch?v=keF-KYKKYeI

12/04/2011

Borges Rüya

Borges’teki Rüyam

Borges’i görüyorum. Üzerinde bej pardösü, arkaya taranmış ak saçları ve o dik duruşuyla rüyamda. Ne bir ses ne de bir konuşma. Borges, orada, rüyamda.

Mezarlıktayım, siyah otomobiller dizilmiş yolun bir tarafına. Kadınlar da siyah giyinmişler oldukça süslü, şık ve bakımlılar. Siyah saçları omzuna düşen genç bir kız uzun uzun bakıyor yolun karşısındaki genç adama. Havalı, hoş bir genç adam, eliyle saçlarını geriye atıyor ve kıza bakıyor, kız da ona. Başka bir genç adam geliyor kızın yanına. Bu adam da hoş ama daha kaba saba davranıyor. Tabancasını çıkartıyor ve yolun karşısındaki diğer adama doğrultuyor. Nereden geldiğini anlayamadığım bir tabloyla adam ölümden gizleniyor ve aynı tablonun bir benzerini taşıyan başka birisi ortaya çıkıyor. Eli tetikte bekleyen adam, hangi resmin arkasında hangi adam var bilemiyor, aklı karışıyor, seçemiyor, silahı havada kalıyor. Ve sonra tablonun arkasına gizlenmiş olan o genç adam ben oluyorum. Yanımdakinden ‘hadi kaç git’ sözünü işitince yolun aşağısındaki koruluğa doğru koşuyorum. Tek katlı bir ev karşıma çıkıyor. Bu evin Borges’le bir bağı varmış, orada kalırmış. İçerden biri sesleniyor. Elindeki resimlerle evin kapısında, yanına gidiyorum. Kapının önünde bana Borges’in yaptığı resimleri gösteriyor. Bir tanesi çok güzel, sarışın, zayıf, altmış yaşlarında bir kadının portresi, üzerinde siyah bir elbiseyle resmedilmiş. Diğer resimde balığa çıkmış adamlar, teknedeler. Renkli çiçekler boyamış Borges. Hiç haberim yoktu onun resim yaptığından, meğer ressammış da. Elimde üç resim, çerçevesiz. Resimdeki siyah elbiseli kadın bahçede, eve bakıyor, telaşlı. Resmi ona vermemek için ortasından yırtıyorum, kadın öfkeden deliriyor. Eve giriyorum. Beni yaşlı bir kadın gezdiriyor. Bu evin en güzel yeri banyosu diyor. Banyo kapısındayım. Dört bir yanı soluk taşlarla çevrili, bir tek kurna dışında boş, soğuk, darlığını ve uzunluğunu garipsiyorum. Kadın hâlâ ısrarcı en güzel yer burasıymış, bana banyonun balkonunu gösteriyor, dökük, küçük bir şey ama harika bir manzaraya sahip. Geceyi yüksek binalar aydınlatıyor, nefesim tutuluyor. Buenos Aires

11/19/2011

Hayalet

Kuledeki Hayalet

İngiltere’deki ortaçağ şatolarından birinde, hayaletli olduğu rivayet edilen kuledeyiz. Görgü tanıklarına göre o hayalet o odada kendini asmış olan uşakmış. O odanın girişinde beklemekteyiz, içersi kırmızı ışıklarla aydınlatılmış gece kulübü tarzında, garip huuuu huuuulu sesler yankılanmakta hoparlörlerden... Onca uğraş turistler havaya girsinler diye, girdik kuledeki odayaaaa. Tahtaaaaa bir merdivenden iniyoruz gacır gucur sesler eşliğinde, ellerimiz tırabzanda, önde ablam arkada ben. Merdivenden iner inmez ablam bana dönerek sordu elime sen mi dokundun? Hayır dedim. Kaşını havaya kaldırdı. Peki dedim sen benim elime dokundun mu? Hayır dedi.

11/11/2011

YA DA



YA DA

Beynini kaplayan fısıltılar ölümcek ağını örüyorlardı. En kötüsü neydi biliyor musun diyordu en kötüsü sendin. Ölmüyordun bir türlü, ölümsüzlüğe inanıyordun, bu da seni tanrısallaştırıyordu. Kımıltısızlık ağında kör örgü, donukluk gölündeki ölü. Kelimelerin gölgesine gizlenmiş kökler, önce dudaklarını, dilini, sonra beynini kanatır. Jilet kadar keskin olabilir kağıt parçası. Evren, ince hız hesaplarını sever; en yumuşak kalp duvara dönüşebilir şiddet karşısında, ve en katı nesnenin içi ısınabilir zamanla. Dıştan içe yol aldıkça ısısı ruhuna oradan bedenine dönüşür. Kendi kendine söylediklerin ne büyük dua. Ve başkaları için söylediklerin ne büyük ah. Göğsüne bastırarak kaç tane kuşun canına kıyabilirsin uçabiliyorlar diye, halbuki onlar en ürkek canlıdır yeryüzündeki. Yüzündeki o ifade gibi, ürkek. Ve ben o ifadeyi göğsüme bastırarak boğabilirim. Görüyorsun ki eğer istersem, eğer istersem ve gece de bana eşlik ederse yazabiliyorum tüm bunları. Ürkek boğulurken başındaki ilk harf, ü ölüyor ve yerine e harfi doğuyor. Erkek. Yıllarca yazdım bıkana kadar, bir tür leş toplayıcısı gibiydim. Cennetten kovulduysan bana şükret. Çünkü tanrım izin vermeden şurdan şuraya adım atamam. Karanlıkta iyi görürüm. Karanlık ışığın evidir. Işığı ve karanlığı, yokluğu ve varlığı kap'sar ev'r'en, bedenin ve ruhunla. İçin dışın bir. Ve şimdi ölümcek ağına takılan fısıltılar nedir ki. Işığa hizmet eder karanlık. Ya ışık olursun ya da karanlık.

11/07/2011

YAKIN



YakıN
Önce kelimeleri yakın sonra anlamları!
Kelimeler birbirlerine yakın, anlamlar uzak.

Önce kelimeleri birbirine bağlamak, çözmek sonra. Sonda en sonunda tutturmak ağaç dallarına varış hikâyesini. Öyküde yürümek. Ağaç dallarına tutturulmuş kelimeleri kim izler? Rüzgâr sökmüş bir tanesini kendi yolculuğuna çıkarmış. Yere düşmüş kelime, kırılmış harfleri, kendini okumak için aynanın parçalarını birleştiriyor, her parçada bir bütün, uzaklaştıkça küçülen yaklaştıkça büyüyen kelimeyi okumak mümkün değil.

Kelimeler bırakılmış sana, izle onu ormanda. Kelimeler dallardan sarkıyor.
Kelimeler bazen k ı ş a8a ş ı k içmeden. Güneş sızıyor, parça parça yüzüne düşüyor sözcükler. Söz mü? Bana bir parça söz veriyor musun? Söz ver. Anlatıcı ile sözcü. Gün ile eş. Her şey eş. Zamanında. Bir parça zaman düşüyor düşünden. Öp de gel, öp de gel, çünkü yere düşen her düş bir nimet. Kelimeyi ayak altında bırakma, günah.

Dalga sesleri ıslatıyor kulaklarını, saçlarını, yüreğini. Dudaklarında tuz. Orman denize varıyor öykünde anla. Dudaklarında güneş. Dudaklarında sözcü. Dalgalar sıra sıra kumsala uzanıyor parmak uçları köpük köpük kelimelerle dolu. Yakala bir tanesini. Şimdi kelimeler kumda. Derinlikleri kumdan deniz, yanıyor geçmiş, içimde tek bir harf biriktirmeye geçmiş. Mişli zamandan kalıntılar. Kelimeler ıslak. Ağaç dalına tutulmuş adam, yabancı yürüyor, her adımı cümle, iz, kendi derinliği kadar. Kelimelerden farksız sözcü. Ak’şam inmekte ağır ağır, deniz mermer bir basamak olmuş ve kızıllıkta erimekte gün boylu boyunca. Sözcükleri ezberledim diyor anlatıcı, karanlıkta onlarla aydınlanacağız tıpkı ay gibi, tıpkı kadın, ateş gibi. Anlatıcı tek tek ormandan topladığı kelimeleri en baştan sona doğru diziyor kuma. Düş şu:

Aynı kelimeler nasıl oluyor da tek bir anlam bulmuyor mekân ve zamanda. Ve sonra geriye nasıl olup da tek yalın bir anlam kalıyor. Farklı anlamlar doğursa da anlatıcı ve sözcü aynı yerde buluşuyor. Belki de en önemlisi budur, kelimeleri sorgusuz sualsiz kabul etmek, bizi nereye götürdüğünü bilmeden. Varınca, o kendiliğinden bir anlama dönüşecek, hem de tek bir harfini oynatmadan, eksilip çoğalmadan. Sen ve ben işte o kelimeye dokunacağız.

Kelime: YakıN


10/16/2011

iki nokta





Hah işte buradasın, tam olman gerektiği noktada, zaten başka bir yerde olamazdın, sen ve ben : işte anla canım senle ben > : buyuz, iki noktayız sonsuzluk oyununda. sen durunca etrafında döner dünya. İki nokta: Dünya ile birlikte Ay. Seslerin yükseldiği kırmızı dumandan, kırmızı nehirlerden, kırmızı ağaçlardan, kırmızı balıklardan, kırmızı çimenlerden v- şurada oturabiliriz ya da v- burada. Her şey bir gülümsemeyle başladı inan her şey: Tanrı meleklere gülümsedi, ben sana, sen bana. Kırmızı gölde beyaz kuğular gezerdi. Pencerenin camını o iri gözenekli taş nasılda yere indirmişti nasıl. Haylaz Yunus! Cam kesti mi parmağını canın yanmaz, korkma. Kırmızı küçük nokta büyür büyür kendi görünmez çemberinde. Ve ben, kırmızıyı taşıyan mavi damarların esrarını bir türlü çözemedim anla. Neden kırmızı? Gülleri vazoya yerleştirirken bana dönüp baktın ya, soramadım o an, neden öyle...? Soramadıklarımız mı var? Bazen hiç bir sebep yokken alıcı kuşlar gibi. Kırmızı ruj, kırmızı oje. Parmaklar dudaklar soyun devamı. Hani rüzgâr şemsiyeni senden almak ister ya, vermezsin. Fakat vapurda rüzgâr şapkanı kaparsa işte o zaman yanarsın, uçtuğuna. Rüzgâr değil deniz kapar. Şapka da ne şapkadır ama. Kırmızı balinaların yüzdüğü kırmızı deniz sana hayalinden bakar . .




Matisse 'Red Room'

10/14/2011

Gazete Okumak ve TV'de Haber İzlemek


Gazete Okumak ve TV'de Haber İzlemek

Eskiden gazete okumak insanı kültürlü yapardı, haberleri izlemek ufuk açardı ama bu durum değişti. Şimdi haber izlemek, gazete okumak insanı paranoyak yapıyor. Onları takip ederken derinizden içeri iri bir kurt giriyor sanki. Orada içinizin bir yerinde hırt hırt yiyor sizi, korkuyla bitiriyor, beyninizi kemiriyor, yeniyor sizi.

Bir sayfa dolsun, bir sütun boş kalmasın, dikkat çeksin mantığıyla sapkın bir başlık ve onun altında ise enayiliğini insanın yüzüne tüküren içerik veya televizyonda haber saati dolsun diye düzmece reklam kokan, insanı tokatlayan, ezen, küçülten... Bu aşıyı vurulmazsanız virüs sizi maymuna çevirecek. Şundan bundan sakın yemeyin gulyabaniye dönüşürsünüz. Gazozunu kendi açanlardan mısınız yoksa gazozunu başkasına kaptıranlardan mısınız ya da hayatı boyunca hiç oyuncağı olmayıp gazoz kapağı biriktiren çocuklardan mısınız? Acı değil mi? Aaa hiç üzülmeyin hemen bankamıza gelin, size iki kuruş verir sevindiririz, sonra elinizde avucunuzda bir şeyiniz kalmaz, hafif hafif gezersiniz beş parasız. İşsizlik şimdi çok moda haberiniz yok mu aaaa? Aman üzüldüğün bu mu hemen şu haplardan yut, incecik mezara giriver. Güzel olan makbul, estetik ameliyatlar pahalı, hem senin istediğin değişiklik değil mi, söyle kocan Ahmet'e akşam burnunu kırıversin, yanaklara da sıkı iki tokat, alsana estetik operasyon. Güzelim, zaten sosyete estetiğinde varılan en son nokta o hal oluyor. Her şey hasta ediyor, her şey... Kızamıyorsunuz hiç kimseye, yadırgamıyorsunuz onu bunu yapanı. Kurt bu, yer bitirir adamı...

10/10/2011

SEVMEK zamani




Amcamın kırmızı tuğlalı bağ evinin duvarına yaslanmış gül ağacının pembe güllerini hiç sevmezdim. Yaprakları çok katmerliydi ve rahatsız ediciydi keskin esansı. Ağzına kadar açılmış gül yapraklarının ortasındaki sarı üreme organı, bu kadar da açılmaz ki dedirttirirdi, hâlbuki gül dedin mi solmaya yakın yapraklarını rüzgâra bırakıverdiğinde mahremden arınırdı, yaşlı bir kadın gibi. Fakat o bir kır papatyası kadar cüretkârdı. Sevmezdim o pembe gülleri, minik minik dikeni de boldu. Koparmak istesen tuttuğun dal inatlaşırdı seninle. Şimdi o lanet gülleri özlüyorum bazen.

Kartopu çiçeği. O ağaç evimizin bahçesinin gülüydü. Fakat ben ona çiçek gözüyle bir türlü bakamamıştım. Başka bir şeydi, meyvesiz bir ağaçtı tüm gücünü çiçeğine veren. Minicik yeşil toplar büyüdükçe beyazlaşırdı. Pembe güllerin aksine bir gram kendini koklatmazdı, nankör bir şeydi benim için, çünkü hayatında güzel koku nedir bilmemişti. Kokmayan çiçek, anlamsızlığın tam olarak ifade bulmuş hali… Erik ağacının çiçeklenmiş dalları bile naif bir koku taşırdı, fark edilsin diye. Ona boşuna kartopu denilmemiş, buz kadar soğuk, renksiz ve kokusuz. Şimdi o soğuk kartoplarını özlüyorum bazen. Onca yıl geçti o ağaçla karşılaşmadım tesadüfen de olsa. Ablamın söylediğine göre Londra’da çiçekçilerde satılıyormuş kartopları. Londra’da cuma günleri koyu kırmızı güller alırdım, dikenleri iri, sapları uzun, kırmızı güller.

Diğer sevmediğim ve özlediğim çiçek dev baş kasımpatı, onlar da gözüme çok çirkin gelirlerdi. Genelde 10 Kasımlarda görülürlerdi... Bir sarı dev… Tek baş buket. Artık onlardan hiç yok, göremiyorum, hâlbuki eskiden eksik olmazdı çiçekçilerde.


Zambak pembe beyaz çizgili, mükemmel güzellikte, babaannemin gözdesi, onu da sevmezdim yapma gibi dururdu, plastik, ruhsuz bir hali vardı. Ayrıca o da nankördü, bir gram koku salmazdı. Süs zambağı. Ve sarı aslanağızları, onları da ne sever ne de beğenirdim. Bordo aslanağızları açmış yandaki arsada şimdi tapıyorum onlara, bayılıyorum. Babaannemin zambağı mı? Galiba ondan hâlâ hoşlanmıyorum. Zambakları sevmeyi öğrendim ama onu düşündükçe ruhsuz bir görüntü beliriyor zihnimde. Diğer tüm zambakları seviyorum, özellikle de kokanları.

Ve şimdi size soruyorum Sevmek nedir?



10/05/2011

Aragon gibi mi? Belki...




‘Gibi’

Bir sözcükten ibaret şiirlerimden en güzeli ‘Gibi’

Ne zaman gibi kelimesini kullansam Aragon gibi; ben değil, sanki o. Bir kelime bir şaire bu kadar da mal edilmez ki, öyle olmamalı, hani sözcüklerin sahibi yoktu?

Ve ikinci şiirim ‘Dibi’


Bir daha şiir yazamayacağım düşüncesiyle uykusuz geçen gecelerden sonra gelen tek kelimelik şiirim

‘İyi’

‘İyi’ uykularıma uyku katan bir maya görevini üstlendi. Ve dördüncü şiir

‘İdi’ geldi. Günlerce düşündürdü ‘İdi’ beni; ne idi, nasıl idi? Felsefeye kaydım bütün kış karların altında.

Beşinci şiir

‘Bil’

‘Bit’

‘Bir’

‘Biz’

Yoğun üretkenlik sonrasında sıcak bir temmuz ayında durdu ne varsa şaire dair. Tıkandı.

Altı ay geçti gitti.

‘Kir’ geldi, arkasından ‘Leke’

Zamanın sıcak soluğu buzlu camlarda şimdi. Parmağımla yazdım buğulu cama şiirimi

‘Giz’

‘Giz’ beni baya bir oyaladı izlerin önemi hakkında. G'iz bu g'izlenmiş 'İz' de neyin nesiydi? Bu şiirle şiirlerimin sayısını önemsemez oldum. Kaçıncıydı ne önemi vardı; aynı gün, aynı saatte, hatta aynı dakikanın içine sığabilecek çarpışmaydı hepsi, kaza gibi, ölüm gibi. Bir fren sesi gibi. Aragon gibi.

Son şiirim de

‘His’

9/25/2011

seni son yaprağına kadar...





Elinden düşürmediği kitap, çizgiler, renkli notçuklar; unutulmaması gereken bir dünyaya hizmet eder günlerin dirheminden gün sayarak. Kapı eşiğini kendine yuva yapmış karıncalar misali satırlar. Bir sağa bir sola giden kalemin saatten ne farkı var? Dudakları kurumuş. Uzunca bir vakit susmuş, düşünmüş. Notçuklar. En çok garipsediği de not defterlerine yazdıklarıyla karşılaştığı anlar. Onlar, başka bir aklın ürünleri gibi parıldar. Neden, hangi sebepten yazılmıştırlar hatırlamaz. Çalışma masasının üzerindeki kitaplar küçük bir oyun oynar. Oyunun adı, en üste duran sobe. En altta duran ebe. Ortadakiler, onlar saklananlar. Elinden düşürmediği kitap bitti, ortasında ayraç olmayanlar kervanına katıldı. Nasıl bir anlaşmadır o, el ele gece yarısında. Seni son yaprağına kadar evine bırakayım, kapıdan içeri girdiğini göreyim. Son sayfa. Bitti. Benimle misin der yazar, hala orda bir yerlerde misin, okumasan da seni sevdiğimi bilir misin

9/24/2011

Kitabeden Hitabeye






Tüm derdi öyküsünü bir kayanın üzerine yazmak. Hem de çivi yazısıyla.


Ah ah siz nereden bileceksiniz bizim zamanımızda kalem yoktu, ne vardı? Çivi! Çok severim çivileri, ne mürekkep akıtır, ne akar ne kokar, tek kusuru adamın belini büker, işaret parmağını yer o kadar. Kulaklardan da o ses hiç silinmez tak tak tak tik tak… Gece yatağında gözlerini yumdun mu hemen başlar tat tik tak tak… Son günlerde pek bir popüler olan kil tabletler ortaya çıktı. Hızlı hızlı yazıyorsun, hata yaptığında parmak devreye giriyor, hafif bir ovalamayla hoop yanlışlık gidiyor. Çivi yazısı emektir emek, tembel işi kil tabletler, ticari. Kil tabletlerde şu kadar katır, bu kadar tahıl, şu kadar koyun yazar. Oysa tüm taş kitabeler masallardan, destanlardan, krallardan, savaşlardan bahseder.

Önce kendine bir taş bulacaksın, kitabe için uygun olacak, yüzeyini zımparalayacaksın, günlerce başında yatıp kalkacaksın, terini akıtacaksın, her harfi aynı derinlikte, genişlik ve boyda çenteceksin, hata vermeyeceksin. Neymiş kil tablet! Taş kitabe gibisi var mı? Çivi yazısından başka yazıya yazı demem ben beyler.

9/22/2011

Müslüman Sanat Anlayışı

Sanat ve sanat anlayışımızla alakalı derin düşüncelere dalmışken 2000 yılının şubat ayında bir restorandın üç büyük sütununa rölyef çalışmıştım zihnimin ekranında onlar beliriverdi. Sanat bizde mahremdir, galerilerle, müzelerle kısırdır. Öyle evlerde pek resme heykele rastlayamazsınız, güzel sanatlar eğitimi almış olanlar dışında diyeceğim amma peç çok ressam arkadaşımda da görmedim; kendi resim çalışmaları varsa onlar durur bir köşede, başkasının resmini asmaya yeltenmezler hiç. Kendine Müslüman sanat anlayışı hâlâ hâkimdir.

Açıkçası sırf para kazanmak için yaptığım, üzerinde de pek düşünmediğim bir işti sütunları süslemek. Ne yaptığımı bile unutmuştum. O kadarki fotoğraflamamıştım bile. On yıl sonra bir gün o tarafa yolum düştü. Orası restoran olmadan önce bankaydı. Yüksek tavanlı, etrafı camla kaplı, ferah bir mekân. Gayri ihtiyari onca yıl geçtikten sonra sökülmüş, yıkılmış, üzerine de güzel bir boya atmışlardır sütunlara diye düşünüyordum. Çok soyut, dokulu bir çalışmaydı, ama renkler güçlüydü. Bir anda gözlerin kendi yaptığım sütunlarla doldu. On yıl mı, dün yapılmış gibiydiler, ışık saçıyorlardı. İşin komik yanı restoranın yerini erkek kuaförü almıştı. Sütunlara on yıl boyunca hiç kimse el sürmemiş. Demek ki hayatın içine sanatı akıttığınız zaman insanlar sahip çıkabiliyorlarmış. Çok hoş. Zaten benim en büyük gayem mahalle ressamlarımızla, mahalle heykeltıraşlarımızın olması, resmi devlet memuru olarak, maaşlı. Sanat yapmak için steril yerler aramak neden? Neyse güldüm tabii ki kuaför salonu olmuş mekân. Sonra düşündüm, neden bu kadar sahip çıkılmış olabilir diye. Zemin olarak sarı hâkim, tavanla bitişim yerinde kıpkırmızı bir yarım daire vardı; Galatasaray. Diğer sütunda ise yine sarı zemin üstüne mavi büyük bir üçgen yer almakta; Fenerbahçe. Hiç düşünmemiştim. Ama mekânın yeni işletmecisi erkek kuaförü olunca düşündüm dolayısıyla. Renklerin anlamları çekmiş olabilir mi diye içimden geçirdim. Tabii ben bunu hiç aklıma getirmemiştim, ne yapacağımı bile tasarlamamıştım sütunlarda çalışırken, Allah ne verdiyse... Sonra dedim ki, şimdi bu sütunlar on yıl boyunca korundu, bir 90 yıl daha niye durmasın… Kök boya kullandığım için bir gram bile solmamış renkler, yüz yıl daha idare eder bina yıkılmadığı sürece. Çok garip ama o sütunları boyarken on yıl orada kalabileceklerini hiç aklımdan geçirmemiştim. Ama dışarıdan bakınca bina bir sanat galerisini de andırmıyor değil hani, dikkat çekiyor. Tasarlamadığım şeylerin güçlenip büyümesi tuhaf, alışılmadık geliyor bana. Galiba sanat böyle bir şey, yaratıcısından çıkıp kamu malı olan ve gönüllü korunan, göstermekten zevk duyulan... Hıh işte yaratıcısından bağımsız bir kadere sahip olan. Çocuklarımız gibi… Yaratıyorsun, bırakıyorsun ve kendine ait bir kaderi oluyor keratanın. Tabii ilk yaratım anı, enerjisi önemli. Nerede, nasıl, malzeme… Hem de en çağdaş formda, soyut! Aman Allahım hâlâ duruyorlar, on yıl…

9/20/2011

Belinski

Eleştirmen deyince ilk olarak Belinski aklıma gelir Dostoyevski kaynaklı olarak. ‘İnsancıkları’ 18 yaşında yazmış genç yeteneğin Rus ve dünya edebiyatına gelişinin müjdesini o verdi. İyi bir eleştirmen Belinski. Fakat nedense bir soru işareti bırakmıştır hafızalarda. ‘İnsancıkları’ beğenmesi, yeni yazarı övmesi ve arkasından gelen Beyaz Geceler’de aynı takdiri Dostoyevski’nin Belinski’den alamaması. Eleştirmenin eleştirisini yapalım. ‘İnsancıklar’ tarz ve üslup olarak oldukça farklıdır, mektuplaşmalarla gelişir olaylar, sıradan bir kurgu barındırmaz. Ve Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan en belirgin özelliklerden gizem hakimdir. Genç kadın ile adam arasındaki diyalogun aslı çözülemez. Burna garip bir koku gelir, nedir bu iki insanı bu kadar birbirine yakın olmaya iten. Çaresizlik? Belki bir nedeni yoktur, canları öyle istediği içindir. Ya da kimsecikleri yoktur şu dünyada ipince bir ipe tutunmaya çalışırlar dostanece. Rus halkının biricik gerçeği… Gelelim Beyaz Geceler’e, bu romanı okuduğumda baştan sonra bir dejavu etkisi yaratmıştı bende, tüm hikâye tanıdıktı. Belki de filmini bir şekilde izlemiş olabilirim ve de unutmuş. Her neyse, Beyaz Geceler Dostoyevski’ye değil Fyodor’a aittir. Yazar kendini yazmıştır. Garip bir öyküdür, gizemli değil. Hatta saçma ama hayatın içinden, genç bir adamın hayata, aşka tutunma beceriksizliğini anlatır. Belinski’nin neden beğenmediği açıktır, çapı dardır. Çünkü gerçek anlamda Dostoyevski’nin geniş açılım perdesine sahip değildir Beyaz Geceler. Eleştiriler bu yöndedir temelinde, fakat genç Dostoyevski aradığını bulamadığını düşünüp bunalıma girmiştir, çünkü kişisel algılamış ve toylukla karşılamış, alınmıştır...

Belinski iyi bir eleştirmen örneği. İyi yazarsanız iyisinizdir, kötü yazarsanız kötüsünüzdür. Böyle keskin bir çizgi yoktur. İyi idik şimdi neden kötü olduk der sonra yazar. Eleştirilere farklı çaplardan bakmak lazım. Açılımlarını net bir biçimde yazara da okura da aktarmak. Nokta vuruşu önemli. Belinski Dostoyevski’ye yolunu açmış, eseri eleştirmiş ve sonra yeni eseri de eleştirmiş. Sonuç olarak eleştiriye layık bulunmak da önemli adımdır yazar ve eser için. İşte bizim de böyle eleştirmenlere ihtiyacımız var. Ne yediğini bilen ve bunu söyleyen. Eleştiriyi kitap ve yazar, okuyucu üçlemesinden ziyade edebi yönden değerlendiren. Bu çok şey katar hem yazara, hem de okuyucuya. Bazen polemik yaratacak eleştiriler yapmak da yeni bir kapı açar zihinlerde, eleştirmen yorumları sayesinde eser hakkında birçok kişinin gerçek ve samimi fikirlerini iletmesini de teşvik eder ve bir tartışma platformu oluşturur. Ayrıca yazarın açık bir biçimde dile getirmediği şeyleri ortaya döker. Yeni bir bakış açısı, algı boyutu yaratarak eser ve yazar hakkında görüşlerimizi sığlıktan kurtarır. Hâlâ kitap tanıtımı, okunan kitap hakkında yapılan yorumlar eleştiri olarak görülüyor bizim ülkemizde. Eleştiri hem tokatlayan hem de yükselten, okşayan, edebiyatın gelişmesini sağlayan bir daldır. Bir eserin konuşulması, tartışılması çok yönlü bakış açısı elde edilmesine vesile olur ve entelektüel gelişimi destekler. Silkeler. Düşündürür.


Belinski’nin eleştrisel yaklaşımını daha iyi kavramak için Gogol’e yazdığı mektuba bir bakın…

Belinski’nin Gogol’a yazdığı mektubundan alıntılar:

“Siz o güzel uzaklığınızda Rusya’ya tümüyle yabancı kalarak kendi içinizde, kendi dünyanızda ya da sizinle aynı kafadaki insanların çevresinde tekdüzelik içinde yaşıyorsunuz. Bu bakımdan şunun farkında değilsiniz: Rusya, kurtuluşunu mistisizmde, asketizmde, pietizmde değil, uygarlığın ilerlemesinde, eğitimde, insanseverlikte görüyor. Ona gerekli olan şey, vaazlar değil (yeterince vaaz dinledi!), dualar değil(çok dua yineledi bunca zamandır!); ona gerekli olan şey yüzyıllardır çamurlar, gübreler içinde yitip gitmiş olan insan onurunun uyandırılmasıdır. Ona gerekli olan şey, kilise öğretisiyle değil, sağduyu ve hakbilirlikle uyum içinde olan hukukun ve yasaların uyandırılması ve bunların olabildiğince katı bir biçimde uygulanmasıdır. Rusya’da bugün bunlar yok. Bunların yerine korkunç başka şeyler var. Ülkemizde insanlar insan alıp satıyor, yani insan ticareti yapıyorlar. Bunu yaparken de Amerika’nın büyük tarımsal işletme sahiplerinin, zencilerin insan olmadığı şeklindeki kurnaz gerekçelerine benzer bir gerekçe ile öne sürmeye gerek görmüyorlar. Ülkemizde insanlar kendi adlarıyla değil, Vanka, Styoşka, Vaska, Palaşka gibi takma adlarla anılıyorlar ve nihayet ülkemizde, kişilik hakları, onurun ve mülkiyetin güvencesi şurada dursun, doğru dürüst bir polis düzeni bile bulunmuyor. Bunun yerine, yalnızca, resmi hırsız ve soyguncuların oluşturdukları büyük şirketler görülüyor. Rusya’nın bugün en can alıcı, en güncel, en ulusal sorunları: köleliğin kaldırılması, cezaların kaldırılması ve hiç değilse var olan yasaların elden geldiğince eksiksiz biçimde uygulanmasının sağlanmasıdır. Oysa bu sırada, derin bir gerçekçilik ve olağanüstü bir sanatsallıkla Rusya’nın bilinçlenmesine müthiş bir şekilde katkısı olmuş, Rusya’ya kendini adeta aynada görme imkânını sağlamış yüce yazarımız ne yapıyor? Barbar toprak ağalarına, “pis suratlı” köylülerin iliklerini ve kanlarını daha çok sömürmesini İsa ve kilise adına öğütleyen bir kitap yazıyor!... Sonra da benden böyle bir şeye öfkelenmememi bekliyor. Canıma kastetmiş olsaydınız bile size duyacağım kin ve öfke, bu utanç verici kitabınızdan dolayı duyacağım öfkeden daha büyük olamazdı... Ve siz, böylesi görüşlerle dolu kitabınızın, çileli bir içsel hesaplaşmanın ve yüce bir ruhsal aydınlanmanın sonucu olarak ortaya çıktığının kabulünü istiyorsunuz! Olamaz! Siz ya hastasınız ve derhal tedavi edilmeniz gerek, ya da... Bu “ya da”yı söylemeye cesaret bile edemiyorum..... Kamçı vaizliği, cehalet havariliği, irtica şövalyeliği, aydınlanma düşmanlığı, baskı ve şiddet yöntemlerinin övgücü başlığı... Ne yapıyorsunuz siz? Nerde durduğunuza bir bakın: uçurumun kıyısındasınız! “Müfettiş” ve “Ölü Canlar” ın yazarı olan siz, şu iğrenç Rus ruhban sınıfını, Katolik ruhban sınıfıyla karşılaştırılamayacak ölçüde üstün bulup bu kepaze insanlar için övgüler düzerken içten olabilir misiniz? Diyelim ki, Katolik din adamlarının bir zamanlar hiç değilse bir şeyler yaptıklarını, bizimkilerinse dünyevî iktidarın uşağı ve kölesi olmaktan başka hiçbir şey yapmadıklarını bilmiyorsunuz; iyi ama Rus halkının din adamlarından nefret ettiğini de bilmiyor musunuz? Size göre, halkımız şu edepsiz fıkraları kimin için anlatıyor? Papazlar, onların karıları, kızları, hatta uşakları için değil mi? Madrabaz, et kafa, cennet öküzü... sözlerini kimin için çıkarmıştır bu halk? Papazlar için değil mi? Rusya’da pisboğazlık, pintilik, yaltaklık, yüzsüzlük denilince bir tek papazlar akla gelmez mi? Ve şimdi siz bütün bunları bilmiyorsunuz öyle mi? Garip doğrusu! Size göre Rus halkı dünyanın en dindar halkı. Katmerli bir yalan bu! Dindarlığın temelini pietizm, aşırı saygı ve tanrı korkusu oluşturur. Rus insanı, tanrının adını kıçını kaşıyarak anar. Suzdal’lı kilise ressamlarının ağzıyla konuşur bizim insanımız: “Olursa, tanrı beğensin, olmazsa, bilmem nereme kadar!...” Dikkatlice baktığınızda siz de göreceksiniz: doğal olarak ateisttir bu halk. Evet, pek çok kör inancı vardır, ama dinsellik dediniz miydi zerresini bulamazsınız. Kör inançlar, uygarlık alanında kazanılan başarılarla yok olur gider... Savunduğunuz düşüncelerin tümü Buraçok ve kardeşi tarafından ellenmemiş konu bırakıncaya dek işlendi, sakız gibi çiğnenip durdu. Onlar, sizin savunduğunuz bu öğretiyi çok daha canlı ve tutarlı biçimde savundular ve işi büyük bir cesaretle sonuna dek götürdüler. Öylesine ki, her şeyi Bizans tanrılarına verdiler ve şeytana bir şey bırakmadılar. Oysa siz ne yârdan, ne serden geçiyor ve çelişkiye düşüyorsunuz. Sözgelimi tutarlı olmak dürüstlülüğünü gösterdiniz mi, Puşkin’i, edebiyatı, tiyatroyu savunuyorsunuz. Hâlbuki bunlar, sizin anlayışınıza göre ruhun kurtuluşuna katkıda bulunmaktan çok, onu yıkıma götürecek şeylerdir. Gogol’le Buraçok’un aynı kafa yapısına sahip oldukları gibi bir düşünceyi kimin aklı alabilir? Rus insanının gözünde aşırı yüksek bir yer edindiğiniz için, şimdi hararetle savunduğunuz düşüncelerinizde samimi olduğunuza insanlarımızın inanması çok zor. Aptallara doğal gelen şey, bir dâhiye de öyle gelmez. Rus halkıyla yöneticileri arasındaki derin sevgi ve muhabbet bağlarına ilişkin övgüleriniz üzerinde uzun boylu duracak değilim. Şu var ki, bu övgüleriniz, başka bakımlardan size yakın olan insanlarca bile onaylanmadı ve sizi onların bile gözünden düşürdü. Benim kanaatimi soracak olursanız, tanrısal güzelliğini doyasıya seyretmeniz için başımızdaki Çarlık yönetiminin yaptıklarını vicdanınıza havale ediyorum (size huzur vereceği ve çıkar saplayacağı söyleniyor bunun); yalnız o güzel uzaklığınızdan seyrederken gene de ihtiyatı elden bırakmayın: çarlık yakından ne pek öyle güzeldir, ne de tehlikesiz. (....) Ve işte, size bu mektubun son sözleri: kibirli bir boyuneğişle gerçekten yüce yapıtlarınızı yadsıyarak nasıl başınıza büyük bir dert açtıysanız, şimdi de içtenlikli bir boyuneğişle son kitabınızı yadsımalı ve eski yapıtlarınıza benzer yeni yapıtlar yayınlayarak bu ağır günahınızın kefaretini ödemelisiniz.”


İşte eleştiri böyle yapılır.

9/19/2011

Zambak Ağacı





Bahçedeki seslere ilişen kadın. İpekten kadifeye derin içten dokunuş. Eteğinde gezinen zaman elçisi. Mavi gökyüzü. Yeşil çimenler. Adam soruyor ‘kadife mi giyersiniz’ kadının kirpiklerinde şimdi zaman. ‘Sadece kışın kadife giyerim’ dudaklar gülümsüyor. Hiçbir şey tesadüf değil. Hiç ve bir. Zambak ağacı. Ve o restoran. Masaların örtüleri beyaz. Zambaklar da beyaz. Zaman şimdi nerede durmakta? En son dudaklardaydı. Garson tabakları yerleştiriyor masaya. Zaman yıldız şimdi gözlerini kaplayan. Kestaneli pilav enfes. Kırmızı şarap buruk, kekremsi. Çatalda tutsak, sonu belli, az pişmiş biftek, parçacık. Parçacık bütünü sindirmeye yeter mi? Kadın cevaplıyor ‘Yetmez’ Adam: ‘Parça parça bütünü sindirebilir zaman’ Kadın: ‘Yetmez’ Adam: ‘Anlar bütünüdür yaşam’ Kadın: ‘Bütün diye bir şey, bana bütün nedir anlatabilir misin, çünkü her şey parçacık, kendilik içersinde, sen ve ben gibi, kendi bilincinde, kendi varoluş bilgisinde ve bütün yok.’ Adam: ‘Sana yetmeyen ne?’ Kadın:‘Yetmez, egede bir koy suların usulca sokulduğu. Zaman şimdi kahvenin dumanında tütmekte. Fıstıklı lokum da bir parça, bütünden bir parça, şimdi varlıktan yokluğa geçişte, kahveyle bütünleşmiş, zaman çarkında erimiş, benleşmiş.’ Adam: 'Afiyet bal şeker ol.'

9/17/2011

ATMOSFER



Orhan Pamuk ve Murathan Mungan
Atmosfer Yaratmak ya da Yaratamamak
Yazar adaylarına Yazarlık sırları



TRT TÜRK’te Açık Şehir programına konuk olan Orhan Pamuk yazarlık sırlarını paylaştı. Murat Gülsoy ve Semih Gümüş çok iyi ağırladılar yazarımızı, zaman su gibi aktı. Çok keyifli bir sohbet ve özellikle yazar adayları için yararlı bir program oldu. Yazmak bir bakıma bitmeyen serüven ve arayış. Bu nedenle adaylardan çok yazarlar da dikkatle dinlemiş olabilirler Pamuk’un sırlarını.

Orhan Pamuk, benim daha önce belirttiğim çok önemli bir şeyin altını çizdi konuşmasında. Atmosfer yaratmak. Romancının kendine has hipnotik boyut yaratma gücü. O duvarların ardına giren okuyucu dış dünyayla bağlantısını yitirmeli. Orhan Pamuk ve romancıların en iyi yaptığı şeydir atmosfer yaratmak. Romanın yazım aşamasında yazarı en çok kasan da budur; atmosfere sadık kalmak, başka boyutlara, diyarlara savrulmamak. Okuyucu, sürükleyici bir kitabı birkaç günde okuyup bitirir. Peki o kitap ne kadar zamanda yazılmıştır altı ay, iki yıl, belki de on yıl? Biz iki yıl önceki gibi miyiz? Geçen zaman zarfında değişik ve yeni pek çok şey denenmiş, yenilmiş, içilmiş ve tadılmıştır. Aylar, yıllar süresince yazar romanına yeni sayfalar eklediğinde, o atmosfere bürünmesi gerekir. Bu da doğum kadar bazen sancılı olabilir. Bu yüzden bazı romancılar öykücüleri kıskanır. Öykü bir yudumdur, romansa tabağıyla, salon adabıyla, çatalı, bıçağı, başlangıcı, ara sıcakları, ana yemeği, tatlısı ve de sofrada edilen sohbetlerle, o masanın etrafında bir haftayı anlatır belki. Ya da o masada edilen kahvaltıları, cenaze yemeğinden düğüne kadar her şeyi aynı düzlem, zaman ve boyutta gerçekliğini sunmak durumunda kalır okuyucusuna.

Atmosferi olmayan yazarlar. Bunların başında, -daha önce de bunu belirtmiştim- zaten romancı da değil kendisi ki, son kitabıyla da bunu işaret etmiş Murathan Mungan. Çok iyi bir yazar ve şairdir. Şairin Romanıdır. Murathan Mungan kitaplarında belirgin bir atmosferin kırıntılarına hiç rastlamadım. Hatırlamaya çalışıyorum nafile. Aklımda kalan kırıntı kendime dair; Londra metrosundayım, elimde Kaf Dağının Önü, kitabı okuyorum, çok keyif de aldığımı hatırlıyorum, güzel cümleler ama neydi, içinde ne vardı hiç, boş. Okurken müthiş bir zevk, beğeni ve hayranlık duymama karşın, zihnimin imgelerden ve dekorlardan yoksun kalışı... Bu bir yoksunluk değildir. Mesela Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın da romanları o keskin kokudan, derin atmosferden yoksundur. Onlar daha çok fikir adamıdır, okurken sizi düşündürürler, sorgulatırlar. Amaçları sizin duvarlarınız olduğunu hissettirmek ve yeri geldiğinde al bu balyozu ve yık şu duvarları ünlemini metinler boyunca tattırırlar. Ve okuduklarınıza ilişkin sık sık yorum yaparsınız. İnteraktif romancılar, okuyucuyla etkilenişim halindedirler, sorularla baş başa bırakıp uykunuzu kaçırırlar; geçmişe gidersiniz, oradan bugüne gelirsiniz, çevrenizi sorgularsınız, ne değişmiş ne değişmeden kalmış yorumlarsınız, kafa patlatırsınız. Onu bunu düşünürken, kendi anılarınızı bile deşersiniz, çünkü aynı ülkede yaşamak aynı anılara sahip olmaktır.

Jane Austen kendisine has iyi atmosfer yaratan romancılardan. Onun mekânları, insanları sizi içine alır, sanki size ait deneyimler gibi hatırlarsınız, o han odaları, karşılaşmalar, akrabalar, gurur ve önyargı, kısaca bir bilinçaltı deneyimi olur yazarın dünyası sizde. Balzac ona keza. Hatta Balzac’ın çok erken yaşlarda okutulmaması gerektiğini bile savunabilirim çünkü travmatik olabilir. O iri bedeniyle çatı katındaki odasına Balzac sizi hapsedebilir. Onun peşinden gidebilir ve de bir daha geri de dönmeyebilirsiniz. Balzac’daki hem atmosfer hem de ayrıntılara verdiği müthiş önem sizi çarpar, içinizi eritir o kadar güçlüdür. Çünkü bilirsiniz ki Balzac tüm yaşam suyunu yazmaya akıtmıştır. Onunla boğulursunuz.

Aslına bakarsanız yazarlar roman nasıl yazılırın sırrını vermezler. Yoksa o sır olmazdı değil mi? Vardır böyle bir sır maalesef. Ben bu sırrı çok yakın bir arkadaşım ve bir yazarla sohbet ederken yakaladım. Pat diye söyleyiverdi farkına varmadan, jeton düştü. Demek böyle yazılıyormuş romanların çoğu dedim. Sır ben de vermem pek kimseye. Yazarlık atölyelerine gitmek de insanı yazar yapmaz. Ama faydalı, eğlenceli ve eğiticidirler. Yazmak, belki de durmadan bıkmadan yenilmeden ve usanmadan yazmak… İşte bu, sırrın bir parçasını oluşturuyor olabilir, belki, kim bilir, neden olmasın..? Yazar, şair, eleştirmen arkadaşlarınızın olması iyidir, iyi gelirler zor anlarınızda, güzel anlarınızda, onlar her daim iyi gelirler insana. Onlar da sizi yazar yapmaz ama besler, kamçılar, yazmaya daha da teşvik ederler adayları. Okursunuz, okuduğunuzu tartışırsınız onlarla. Her gün yazmak önemlidir. Roald Dahl günde 12 dakika yazıyormuş, bunu okuduğumda, çok kısa, ama harika demiştim. Çok güzel bir alışkanlık. Alışkanlığınız işiniz olduğunda tamamdır. Günde 12 dakika. Ama ben biliyorum o 12 dakika, 12 dakikayla kalmaz yazmaya başladığınızda. Ama her gün için iyi 12 dakika. Virginia Woolf’un önerisi ise kendine ait bir odanın olması, bu birinci koşuldur. Eserin iskeletine önem verir, yani tekniğine. Ki okuduğum romanlar arasında Mrs Dalloway en iyi iskelete sahiptir. Birbirinden bağımsız görünen olaylar ve kişiler romanın sonunda tek bir noktada kesişirler Mrs Dalloway’de. Bugünlerde Virginia Woolf’un ölmeden önce yazdığı son romanını okuyorum, tam olarak da bitirmemiş, eşi düzenlemiş Perde Arası’nı. Virginia Woolf eleştirilmiş sanırım kurgusuz, sezgisel, içinden geldiği gibi yazmadığı için, çünkü günlüklerinde artık aklını ve ruhunu sınırlamadan, iskeletsiz yazacağını dile getirmiş. Orhan Pamuk da Açık Şehir programında bir ara bunu söyledi. İki yazar tipi ya da yazma tarzı vardır birincisi romanın iskeletini önceden oluşturan, ne yazacağını bilen, romanın başını ve sonu düşünüp tasarlamış ve üzerinde çalışmış olan ve de sonra o iskelete bağlı kalarak romanı giydiren, tekniği sağlam, diğeri ise kendini romanın akışına bırakan, emotional, kendini duygularına teslim eden, herhangi bir taslak, biçim üzerinde ilerlemeyen. Virginia Woolf’un romancılığının en kayda değer özelliği iyi düşünülmüş taslak, kurgu üzerinde ilerlemesiydi, ne ilginç ki onu iyi yapan en belirgin özelliğini terk etmeyi arzulamış. Sanırım bu, onun hayat duruşuyla ilişkili bir istek, geleceği düşünmeden, planlamadan yaşama beklentisi. Fakat son kitabındaki tamamlanmamış hissi, üzerinde titizlikle durulmamış, satır satır düşünülmemişliği de gösteriyor ki aslında o gerçekte bunu da planlamış. Ama bu onun tarzı olarak benimsenmediği için… Bazen yazarın eleştirilere maruz kalan özelliği, onu o yapan temel edebi niteliği, değeri olabiliyor. Woolf’un daha feminen, daha duygusal, betimleyici romanlar yazmaya yeltenmesi, kendini inkar gibi. Ki onun son romanında sıcaklık arayışları var. Woolf dönemdaş olduğu ‘en beğendiğim ve kıskandığım yazar o’ diye nitelendirdiği Katherine Mansfield atmosfer yaratma bakımından çok başarılıdır. Virginia Woolf düz, direkt yazar, Mansfield etkileyici bir derinliğe sahiptir, romantik ve duygusaldır. Ama sonuç olarak ikisi de iyidir.

Çağımızda yazarlık mesleği rağbet görüyor. Orhan Pamuk bunu iyimser bir tablo olarak yorumladı. Ben de ona katılıyorum. Çevremizdeki herkes yazar ve şair olsa güzel olmaz mıydı? Şairlerin şiirleri dillerinden aksa, konuşmasalar şiirleşseler ve yazarlar satır satır, sayfa sayfa dağılsalar caddelere, şehirlere, kıtalara…




8/26/2011

HABERCİ

Kafamdaki boşlukta esen rüzgâr, karanlığı okşar görünmez elleriyle. Zaman, algı ve mekân… Kapı eşiğinin ilk iki basamağında selamlar Cebrail kuzenlerini. Zaman örtüsü sallanır boşlukta. Bazen o boş karanlıkta cümleler kuruyorum. Evet, kuruyorum Tanrım sulak bir bozkırda, neden? Kelimeler, kalkana çarpınca ne oluyordu? Eğilip bükülüp kendi gerçek anlamlarından sapıyorlar mıydı? Geçen gün bir melek gördüm avuç içinde yatıyordu. Bazen melekler bunu yapar, avuç içi kadar olurlar. Aç avuçlarını, yatayım biraz, dinleneyim. Kafamdaki boşluk ne kadar? Yoksa avuç içi kadar mı? Ama evrende boşluk diye bir şey bulunmamakta. Kara dedikleri türden bir enerji hakimmiş. Artık gözümüzle görmediğimiz şeylere de inanıyoruz Cebrail, ya da Merkür mü demeliyiz sana kuzenim. Bugün de ben sana hizmet edeyim. İnsanlar insanlar insanlar arasında haberci, Tanrının Habercisi Merkür dinle, sana bir insandan, ışığı yeni yeni parlamış bir ruhtan mesaj iletiyorum ‘din’le’.

7/23/2011

Monis Algar İçin Unutulmuş Kitap

On dakika geçmişti istasyona varalı, bilet kuyruğunda bekliyordum. Ankara yolcuları inmiş, Eskişehir yolcuları binmişti, kalkmak üzereydi Tren. Biletimi aldım, acele edin dedi arkamdan gişedeki adam. Ayağımı trene attım birkaç saniye sonra kalktık perondan. Usulca cam kenarına oturdum, vagon neredeyse boş gibiydi. Saatime baktım 15:32. Saatimden bakışlarımı ayırmamla karşımdaki koltukta unutulmuş kitabı fark ettim. Ucu ucuna yetişmiştim trene, ne gazete ne de dergi alacak vaktim olmuştu. Dalgın dalgın düşüncelerle hayallerle düzlüklerle bulutlarla yüzlerle gölgelerle seslerle sorularla cevaplarla zihnimi doldurmak yerine, tam tersi aklımı boşaltırım diye kolumu uzatıp aldım kitabı. Adı Aytepe’ydi. Ne romantik bir isim. Aytepe. İlk sayfasında şöyle yazıyordu mavi mürekkeple. Sevgili dostum Monis Algar’a Ve ben seninle gördüğüm tanrısal her işaretin peşinde. Kedi adımlarıyla ilerlemekte zaman, içinde siyah incim, senin içinde…

7/22/2011

Yorgansız Gece

Kutsal pire Zinglos için her sene 22 Ağustosta Gratenyalılar yorganlarını yakarlarmış. Çünkü yorgan yakarlarsa hayatlarında mucizevî bir sıçrayış yaşayacaklarına inanırlarmış. Entos yorganını kapmış meydandaki ateşten tepeye atmış, yanıp kül olmasını izlemiş diğer Gratenyalılar gibi ve hayatında şimdiye kadar en büyük sıçrayışı yapmayı dileyerek pire Zinglos’un adını anmış. 23 Ağustos gecesi rüyasında Entos yeniden çocukmuş ve babasının sırtından iri kırmızı elmayı kopartıyormuş. O kadar güzel bir elmaymış ki. Hayran hayran bakarken komşunun haylaz oğlu Katkin kapmış elinden; ne yüzünü görmüş ne de elini, ama oymuş elindeki almayı çalan. Giden. Yağmur gökten boşalmış, Entos daha önce rüyasında hiç yağmur görmediğini düşünmüş. Babası cevaplamış. Oğlum, her sıçrayışın bir de inişi vardır, bu iniş bereketli de olabilir afetli de. Entos’un önündeki ağaç elmadan yıkılıyormuş. Ve gerçekten de o kadar çok elmayı taşıyamamış devrilmiş. Ağacın kökünden inleme sesi gelmiş. Ağaç, bir ağaç doğurmuş köklerinden. Babası, hayır, bu bir ağaç değil demiş, bu asma, sarmaşık. Artık şaraplarımızı elmadan değil üzümden yapacağız oğlum. Seni seviyorum baba. O seslenişten, o an, o gökten pire yağmaya başlamış beyaz yorganların üzerine. Sonra tüm pireler bir yerde toplanmış insan vücudu şeklini alarak, sarışın güzel bir kız belirmeye başlamış. Entos pire perisine âşık olmuş, hem de rüyasında. Yorganlar bir anda alev almış, kız alevlerin içinde kalmış. Entos, bir sıçrayışla kızı kapmış, bir sıçrayışla Aytepe’ye varmış. Hafiften rüzgâr dalgalandırıyormuş kızın saçlarını, dudaklarını, gözlerini. Dudaklarına yapışmış Entos perinin, gül yaprakları dolanmış diline, çilek kokan pembe renkli enfes şarap göğsünü yakmış. İçmiş içmiş içmiş. Dakik horoz Hutu’nun sesiyle gözlerini açmış Entos. Dudakları uyuşukmuş. Açık pencereden rüzgâr içeriye usulca dalmış, nemli kirpiklerinin ucunu titreştirmiş. Bu, Entos’un yorgansız geçirdiği ilk geceymiş.

6/13/2011

Kutsal Sır

Kutsal sırrı öğrendiği gün göl kenarında gezintiye çıkmıştı Orentus. Kıyıda durmuş sudaki yansımasını izliyordu. Derken yağmur tanecikleri dalgalandırdı siluetini. İnsanın kendisini, kendi gerçeğini görmesinin bu dünyada mümkün olamayacağını düşündü, hiçbir şey aslını tam yansıtmıyordu. Şekilden şekle giren bulutlara baktı. Yüzüne birkaç yağmur damlası düştü. Akşam karanlığına kalmak istemiyordu. Manastır yoluna çıkan dik patikayı tırmanırken yağmurla kayganlaşan taşa basar basmaz ayağı kaydı ve yamaçtan aşağı yuvarlandı. Gözlerini açtığında başında duran kişiden ürktü, yüzünü gizlemişti çünkü. Bir keşişe benziyordu. Orentus’u kolundan tutarak kaldırdı ve onu manastıra götürdü. Hava kararmıştı ve o günkü son ayin için toplanmıştı herkes. Odalar boştu. Keşiş hiç konuşmuyordu, cebinden çıkardığı kâğıdı Orentus’a verdi. Latince birkaç cümlenin üzerinden iki üç kez geçtikten sonra Orentus keşişin konuşmama yemini etmiş olduğunu çözebildi. Onu manastırda konaklayanlar için ayrılmış misafir odasına yerleştirdi. Yiyecek ve içecek bir şeyler getirdi. Sonra kendi odasına çekildi. Orentus penceresinden dışarıyı izledi, iyice bastıran karanlığa arkasını dönüp bir mum daha yaktı. Bitkilerin şifasını anlatan kitabını bıraktığı yerden okumaya koyuldu. İki sayfa sonra kalbine bir şey saplanır gibi oldu. Şu keşiş konuşmama yemini etmişti. Bunu rahibeler yapardı, ama mastıra kadın girmesi yasaktı. Yüzünü de görmemişti. Eğer manastıra bir kadını kendi elleriyle soktuğu öğrenilirse onu kovarlardı. Keşişin kaldığı odanın kapısını çaldı. Hiç ses gelmedi, içeri girdi, oda boştu. Manastırdaki her deliğe baktı, herkese sordu ama keşişin izine rastlayamadı.

Orentus bağ bozumu için köylülere yardıma gitmişti. Sepetlere doldurulan üzümleri at arabasına yüklüyordu. Köylü kadınlardan biri yanına geldi ve çok hasta, ölüm döşeğindeki bir çocuğun onun dualarına ihtiyacı olduğunu söyledi. Orentus kadının arkasından köye gitti. Köydeki tek göz odalı evlerde çocuğun ölüm haberi kapıdan kapıya dolaşmaya başlamıştı bile. Orentus, ölünün ardından son duasını etti, çocuğun yüzüne dokundu, parmak uçlarında hafif bir serinlik hissetti. Daha kaç insan gömecekti, kaçı için böyle dua edecekti? Köy evinin kapısında durmuş hayatla ölüm arasındaki çeşitli mesafeleri ölçüyordu ki ölen çocuğun annesinin yanına geldiğini gördü, kadın ona teşekkür etti. Çocuğun ölmeden önce Orentus’a iletmesini istediği bir mesajı olduğunu, bu nedenle kendisini çağırdığını anlattı. Orentus, çocuğu ilk kez görmüştü sanki. Kadın, çocuğun söylediği kutsal sırrı, bir kağıt parçasına yazılmış olarak verdi. Kâğıtta Latince ‘sustuğum zaman sen de susacaksın ve konuştuğum zaman sen de konuşacaksın ve ben ölmeden sen de ölmeyeceksin’ yazıyordu. Orentus çocuğun bunu nereden öğrendiğini sordu. Kadın, köye gelen bir keşiş olduğunu ve çocuklarla sohbet ettiğini söyledi. Belki ondan öğrenmiş olabilirdi.

Rahip, köyden yürüyerek uzaklaşmış ve dalgınlıkla manastır yolundan sapıp göl kenarına gelmişti. Gölde kendi yansımasına bakarken yağmur damlacıkları sudaki aksını dalgalara ayırdı. Orentus sanki bu anı daha önce yaşamıştı. Ama bu andan sonra neler olmuştu onu hatırlayamadı. Yağmur iyice bastırmadan manastıra varmak için koşar adımlarla dik patikaya tırmanmak üzereydi ki çalıların arasında birisinin acı acı inlediğini işitti. Genç bir rahiple karşılaştı, ama yüzü kapalıydı. Onu manastıra kadar sırtında taşıdı. Su ve yiyecek verdi, bacağı incinmişti, sardı. Adı Mikael’di. Ertesi sabah Orentus tüm manastırı aradı ama Mikael’i bulamadı. Hiç kimse onu görmemişti. Odasına döndüğünde yatağının üzerinde bir not buldu. Mikael ona teşekkür etmişti. Notu göstermek için yakın arkadaşı İkarus’u aradı. Onu kütüphanede buldu, yeni gelen kitapları yerleştiriyordu raflara. Orentus kâğıdı arkadaşına verdi. İkarus notta yazılı olanları yüksek sesle okudu: ‘sen ne gördüysen ben oyum, kadın bir keşiş veya yaralı bir hırsız veya gerçek bir dost, her şeyi gören ve izini süren Tanrı adına âmin’ İkarus notu Orentus’a uzattı. O da alıp tekrar okudu ve orada Mikael’in teşekkür yazısından başka bir şey göremedi. İkarus arkadaşının sırtını sıvazlayarak şöyle dedi ‘sana kutsal sırrı söylediğim o günü hatırlıyor musun?’

6/08/2011

Merdivenler Kafka






Merdivenler ve rüyalar birbirlerine çok benzerler. Gülümsedi. Durdu. Sizin gibi. Benim gibi dedi. Elindeki sigaradan son bir nefes çekip kül tablasına bastırdı. Bir çay daha içer miyiz? Basamaklar, insana çok şey anlatır duyumsamadan. Elini saçlarına götürdü: Düşünmeden düşünmek gibi mi? Çay tabağındaki iki şekeri masada biriken diğer şekerlerin yanına bıraktı: Gidişleri, gelişleri, yorgunlukları, bekleyişleri, yaşlılığı, ciğerleri, çocukları… Evet çocukları. İki yaşındaki çocuk merdivenleri nasıl tırmanır ama, boyundan büyük basamaklar. İşte rüyalar… Boyundan büyük basamaklar. Boyundan büyük dalgalar. Elindeki çay bardağına bakarak sözünü kesti: Nemrutlaşma derler ya, o kadar dik, o kadar zor. Çeşme başında duran kız, âmâ. Bakma. Ayıp. Dün bir dilenci gördüm, kaldırımda oturmuştu, dizlerinin üzerinde doğrulmuş elinde bir parça ekmek, gözlerini uzağa dikmişti, belki de geçmişe, belki de boşluğa ya da hiçbirimize kendini göstermeyen Tanrı’ya bakıyordu. Yanından öylece geçiyordu insanlar. Donmuştu, kareydi, zamanın dışındaydı o. Kimdi? Tanıyor musun? Hayır. Roller, gözleri kör eder. Çeşmenin başındaki ağma. Hayatında hiç sağır dilenci gördün mü? Hayır. Merdivenler. 156 basamak. İnişler ve çıkışlar için. Eğer bir heykeltıraş veya mimar olsaydım sadece merdiven yapardım, dünyanın tüm ara sokaklarını birbirine bağlayan, tuhaf, birbirini simetrik izlemeyen, orantısız, karşısındaki insana kendini unutturan, ben bu merdivenden nasıl çıkarım, nasıl inerim dedirttiren rüyamsı. Kadın: Ben patikaları severim. Öykülerimde de hep patikalar vardır. Merdivenleri Kafka sever, ben patikaları. Filozofları sevdiğin kadar dilencileri de seviyorsun. Öylece durup izlemek... Belki de sevdiğim budur. Biliyorum. Bilmek güzeldir. Patikaları bilmek gerekir ya da keşfetmek, izleri takip ederken iz bırakmak. Zaten tüm yaptığımız ve de yapacağımız bu, izleri takip ederken iz bırakmış olmak. Daha önce kimler kimler geçti, burada da bir işaret bırakılmış dedirtti bana, aynı duyguları tatmışız, farklı zamanlarda, farklı insanlarda, farklı bedenlerde. Adam: Merdivenler, bunu insana yaşatmaz; işlevseldir, sana bir iz sunmaz. Rüyalar da öyledir, uyanırsın ve her şey biter. Eteğini dizinin üstüne biraz çekerek: Katılmıyorum. Rüyalar çok derin izler taşırlar. Söylenmemiş, idrak edilmemiş en naif şeyleri yaşatma gücüne sahiptirler. Ellerini masanın üzerinde kavuşturdu: Susmak? Hayır, söylenmemiş şeyler susmak anlamına gelmeyebilir. Gözlerini kaçırmadan: Gizlemek? Asla, gizlenmeyi bilmez, gerçeğin varlığına aykırı. Eninde sonunda söylenir. Ve söylüyorum, hayat tüm rüyalardan ve düşlerden daha güzel. Adam: Yalan, külliyen yalan. Kadın: Eskiden evet hayallerime sıkıca bağlanmıştım, zırhtı benim için, görünür olmamalarına karşın en sağlam korunaktı hayallerim. Ama sonra Tanrı’nın düş gücünün benimkinden daha üstün olduğunu kavradım. Kendi sığlığım hiç de güvenli değildi ve o müthiş bütünsellikten, birlikten uzaktı, soğuktu, cılızdı, dardı, büyütmüyordu beni aksine yok ediyordu, yaşamıyordum, hayallerim beni de hayali, rüyamsı kılıyordu. Ve sonra buradayım karşında, Tanrının düşüne ortak oldum. Onun hayalleri tekillikten çoğula geçişi temsil ediyor, çevrende gördüğün her şey düşlerin gerçekleşmişliğinden oluşuyor ve bu ete ve kemiğe bürünmüşlük muhteşem mükemmellikte. Dokunabiliyorsun, tadabiliyorsun ve de şaşırabiliyorsun, en güzeli de bu, hiç tanımadığın biri sana bir broşür veriyor ve izi takip etmek senin tüm kaderini şekillendirebiliyor. Merdivenler diye sordu adam. Kadın: Patikalar, ben patikaları severim dedi.

4/30/2011

KAdiFE'nin Hizmetkarı



Bozguncu bir hediyedir bilinçaltımın bana oyunları. Dokunmak olarak okudum dokumak sözcüğünü az önce. Gördüm. Ama beynim dokunmak istedi, dokumaktan uzak. Faydasız. Bacası yüz yirmi yıldır tütmeyen fabrikanın kırmızı tuğla duvarları, vardiyalar, yaşamlar, kadınlar, erkekler, haneler, başlangıçlar ve bitişler. Bir maaş dört çocuk. Başı öne eğik delikanlı. Kuru fasulye fakir aşı. Gevezelik eden kadınlar. Eylül, geceler gündüzlere denk. Isırganlı otlu çörekler. Fabrikada dokunan ipekler, kadifeler. Mevsimsiz büyük bir boşluk fabrika duvardan duvara. İşbirliği yapan işçiler. Bir idareci. Kervandaki develer taşıyacak o topları, çölleri aşacak. Mısırlı prenses hayatında ilk defa kadifeye sarınıp uyuyacak, çölde, kendi gecesinde, yıldızlarla. Yıldızlar öldürecek beni. Fabrikada hazine ne arar? Demir kasa. Elden ele gezmiş paralar. Prensesin elinde demir makas. S harfinden yılan. Susturmak masalı. Makinelerin gürültüsünü. Yılan süzülüp gitti. Mavi forma yere yığıldı. Durgun yeryüzü. Küçümseyerek bakıyor ona gökyüzü. Yıldızlar çölde. Bulutlar yere yakın. Mavi önlük. Mavi tulum. Ihlamur ağacının altında, bu koku öldürecek beni. Mekanizma işliyor. Islah ediyor. Hazmediyor. Çarmığa geriyor, sonra ilahlaştırıyor. Nefretten sevgi boyanıyor, her yere. Teslim oluyor dokunmak bana, ben dokunmaya. Ihlamur ağacının altındaki masada. Kuşkuluyum süzülüp giden yılan hakkında. Yılan serbest, mavi forma kımıltısız. Oluktan oluğa. Bu masal beni öldürecek. Söylemedi demeyin katil hizmetkâr.

1/14/2011

KAR TANESİ




Mühürlendi ifadesizlik kükürt kokan keskin kar tanesinin yüzünde, hiçbirine benzemeyen gönül infazı. Ne diyordu şarkı benzemez kimse sana. İnce nüanslarla kitaplaşan okundukça sayfaları yeniden türeyen ve bir gecede bin sayfa. Uyurgezer hoşnutsuzluğum gitmek değil, kalmak istiyor daha yavru. Aksak alıngan bir hikayeyi anlatmak kitaptan. Emzirmek tüm aç çocukları, gözyaşlarını silmek, binyıl süzmek zamanı sarkaçtan. Yamamak sökülen her umudu, iğneyle, iplikle, terle, sabır ve emekle. Her umut, seven bir kadın, bir anne eli mi ister tutunmak için? Su geçirmez bir ifadesizlik var yüzünde; dirilmek istemezler ya ne ölüler ne de solgun çiçekler, fakat başucunda bekleyenler, işte onların gönül kanatları çırpınır yorgun düşene kadar. Buna rağmen kırmızıdır gelincikler. Duygusuz bir şeffaflık taşır yapraklar, bütün dünyayı görebilirsin kırmızıdan. Acılaşmakta biçimi bozulmayan ifadesizlik. Talihsizlik kendini bulmakta yüzünün çizgiden yoksunluğunda. Yazgının soğuk nefesi gezinmekte benzersiz o kar tanesinde. Tıpkı bir insanın diğer bir insana benzemediği gerçeği gibi. Yoksa her insan bir kar tanesi mi?


Çekmecedeki K(B(H(itap)

1/09/2011

Kurtar Kendini



Asimekor bana kelimeleri öğret! Tüm bu işaretlerin bir anlamı yok da ne demek? Parmaklarına bulaşan kırmızı boyanın nasıl kan olduğunu iddia edebilirsin nasıl! Susmakla bir yere varamazsın, burada senin gibilerini kudurmuş, aç köpeklere parçalatırlar, söyle hadi, konuş Asimekor. İşbirlikçin kim, kimin için bunca karanlığa gömüyorsun kendini? Söyle o çıkmaz sokağın başında saatlerce kimi, neden bekledin? Peki ya o her gün içtiğin mavi renkli sıvı da neyin nesi? Ayrıca gece yarısından sabaha kadar da odanda uyumadan bir şeyler karalıyormuşsun ama biz hiç yazılı kağıt, belge bulamadık, nereye sakladın, ne yazdın, anlat! Sırtındaki o yara izleri nasıl oluştu? Asimekor susarak bir yere varamazsın, seni bu odadan sağ çıkarmazlar biliyorsun, eğer anlatırsan tüm gerçeği işte o zaman durum değişir, çünkü aradıkları sen değilsin, aradıkları o! Ama o kim işte onun cevabı sende saklı. Kimin için çalışıyorsun ve neden? Amacın ne? Anlaşıldı, bu şekilde senin ağzından laf alamayacağız. Köpekleri labirente salın! Tek bir çıkış var Asimekor, bakalım kendini kurtarabilecek misin? Bakalım o çok koruduğun sana yardım edebilecek mi? Küçük de olsa yüreğine bir umut doğdu değil mi, akıllı olduğunu, becerikli olduğunu düşündün nede olsa tek bir çıkış var dedim sana. Evet, Asimekor tek bir çıkış var labirentten, parçalanmış ve yarı yenmiş halde. Ne kadar safsın. Asimekor, senin için tek çıkış parçalanmak. Bu labirente bizimkiler hayat adını takmışlar, komik çocuklar doğrusu. Sana son bir şans, hadi söyle o kim? Söyle ve kurtar kendini.

Asimekor’un kelime anlamı: O’kur