9/17/2011

ATMOSFER



Orhan Pamuk ve Murathan Mungan
Atmosfer Yaratmak ya da Yaratamamak
Yazar adaylarına Yazarlık sırları



TRT TÜRK’te Açık Şehir programına konuk olan Orhan Pamuk yazarlık sırlarını paylaştı. Murat Gülsoy ve Semih Gümüş çok iyi ağırladılar yazarımızı, zaman su gibi aktı. Çok keyifli bir sohbet ve özellikle yazar adayları için yararlı bir program oldu. Yazmak bir bakıma bitmeyen serüven ve arayış. Bu nedenle adaylardan çok yazarlar da dikkatle dinlemiş olabilirler Pamuk’un sırlarını.

Orhan Pamuk, benim daha önce belirttiğim çok önemli bir şeyin altını çizdi konuşmasında. Atmosfer yaratmak. Romancının kendine has hipnotik boyut yaratma gücü. O duvarların ardına giren okuyucu dış dünyayla bağlantısını yitirmeli. Orhan Pamuk ve romancıların en iyi yaptığı şeydir atmosfer yaratmak. Romanın yazım aşamasında yazarı en çok kasan da budur; atmosfere sadık kalmak, başka boyutlara, diyarlara savrulmamak. Okuyucu, sürükleyici bir kitabı birkaç günde okuyup bitirir. Peki o kitap ne kadar zamanda yazılmıştır altı ay, iki yıl, belki de on yıl? Biz iki yıl önceki gibi miyiz? Geçen zaman zarfında değişik ve yeni pek çok şey denenmiş, yenilmiş, içilmiş ve tadılmıştır. Aylar, yıllar süresince yazar romanına yeni sayfalar eklediğinde, o atmosfere bürünmesi gerekir. Bu da doğum kadar bazen sancılı olabilir. Bu yüzden bazı romancılar öykücüleri kıskanır. Öykü bir yudumdur, romansa tabağıyla, salon adabıyla, çatalı, bıçağı, başlangıcı, ara sıcakları, ana yemeği, tatlısı ve de sofrada edilen sohbetlerle, o masanın etrafında bir haftayı anlatır belki. Ya da o masada edilen kahvaltıları, cenaze yemeğinden düğüne kadar her şeyi aynı düzlem, zaman ve boyutta gerçekliğini sunmak durumunda kalır okuyucusuna.

Atmosferi olmayan yazarlar. Bunların başında, -daha önce de bunu belirtmiştim- zaten romancı da değil kendisi ki, son kitabıyla da bunu işaret etmiş Murathan Mungan. Çok iyi bir yazar ve şairdir. Şairin Romanıdır. Murathan Mungan kitaplarında belirgin bir atmosferin kırıntılarına hiç rastlamadım. Hatırlamaya çalışıyorum nafile. Aklımda kalan kırıntı kendime dair; Londra metrosundayım, elimde Kaf Dağının Önü, kitabı okuyorum, çok keyif de aldığımı hatırlıyorum, güzel cümleler ama neydi, içinde ne vardı hiç, boş. Okurken müthiş bir zevk, beğeni ve hayranlık duymama karşın, zihnimin imgelerden ve dekorlardan yoksun kalışı... Bu bir yoksunluk değildir. Mesela Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın da romanları o keskin kokudan, derin atmosferden yoksundur. Onlar daha çok fikir adamıdır, okurken sizi düşündürürler, sorgulatırlar. Amaçları sizin duvarlarınız olduğunu hissettirmek ve yeri geldiğinde al bu balyozu ve yık şu duvarları ünlemini metinler boyunca tattırırlar. Ve okuduklarınıza ilişkin sık sık yorum yaparsınız. İnteraktif romancılar, okuyucuyla etkilenişim halindedirler, sorularla baş başa bırakıp uykunuzu kaçırırlar; geçmişe gidersiniz, oradan bugüne gelirsiniz, çevrenizi sorgularsınız, ne değişmiş ne değişmeden kalmış yorumlarsınız, kafa patlatırsınız. Onu bunu düşünürken, kendi anılarınızı bile deşersiniz, çünkü aynı ülkede yaşamak aynı anılara sahip olmaktır.

Jane Austen kendisine has iyi atmosfer yaratan romancılardan. Onun mekânları, insanları sizi içine alır, sanki size ait deneyimler gibi hatırlarsınız, o han odaları, karşılaşmalar, akrabalar, gurur ve önyargı, kısaca bir bilinçaltı deneyimi olur yazarın dünyası sizde. Balzac ona keza. Hatta Balzac’ın çok erken yaşlarda okutulmaması gerektiğini bile savunabilirim çünkü travmatik olabilir. O iri bedeniyle çatı katındaki odasına Balzac sizi hapsedebilir. Onun peşinden gidebilir ve de bir daha geri de dönmeyebilirsiniz. Balzac’daki hem atmosfer hem de ayrıntılara verdiği müthiş önem sizi çarpar, içinizi eritir o kadar güçlüdür. Çünkü bilirsiniz ki Balzac tüm yaşam suyunu yazmaya akıtmıştır. Onunla boğulursunuz.

Aslına bakarsanız yazarlar roman nasıl yazılırın sırrını vermezler. Yoksa o sır olmazdı değil mi? Vardır böyle bir sır maalesef. Ben bu sırrı çok yakın bir arkadaşım ve bir yazarla sohbet ederken yakaladım. Pat diye söyleyiverdi farkına varmadan, jeton düştü. Demek böyle yazılıyormuş romanların çoğu dedim. Sır ben de vermem pek kimseye. Yazarlık atölyelerine gitmek de insanı yazar yapmaz. Ama faydalı, eğlenceli ve eğiticidirler. Yazmak, belki de durmadan bıkmadan yenilmeden ve usanmadan yazmak… İşte bu, sırrın bir parçasını oluşturuyor olabilir, belki, kim bilir, neden olmasın..? Yazar, şair, eleştirmen arkadaşlarınızın olması iyidir, iyi gelirler zor anlarınızda, güzel anlarınızda, onlar her daim iyi gelirler insana. Onlar da sizi yazar yapmaz ama besler, kamçılar, yazmaya daha da teşvik ederler adayları. Okursunuz, okuduğunuzu tartışırsınız onlarla. Her gün yazmak önemlidir. Roald Dahl günde 12 dakika yazıyormuş, bunu okuduğumda, çok kısa, ama harika demiştim. Çok güzel bir alışkanlık. Alışkanlığınız işiniz olduğunda tamamdır. Günde 12 dakika. Ama ben biliyorum o 12 dakika, 12 dakikayla kalmaz yazmaya başladığınızda. Ama her gün için iyi 12 dakika. Virginia Woolf’un önerisi ise kendine ait bir odanın olması, bu birinci koşuldur. Eserin iskeletine önem verir, yani tekniğine. Ki okuduğum romanlar arasında Mrs Dalloway en iyi iskelete sahiptir. Birbirinden bağımsız görünen olaylar ve kişiler romanın sonunda tek bir noktada kesişirler Mrs Dalloway’de. Bugünlerde Virginia Woolf’un ölmeden önce yazdığı son romanını okuyorum, tam olarak da bitirmemiş, eşi düzenlemiş Perde Arası’nı. Virginia Woolf eleştirilmiş sanırım kurgusuz, sezgisel, içinden geldiği gibi yazmadığı için, çünkü günlüklerinde artık aklını ve ruhunu sınırlamadan, iskeletsiz yazacağını dile getirmiş. Orhan Pamuk da Açık Şehir programında bir ara bunu söyledi. İki yazar tipi ya da yazma tarzı vardır birincisi romanın iskeletini önceden oluşturan, ne yazacağını bilen, romanın başını ve sonu düşünüp tasarlamış ve üzerinde çalışmış olan ve de sonra o iskelete bağlı kalarak romanı giydiren, tekniği sağlam, diğeri ise kendini romanın akışına bırakan, emotional, kendini duygularına teslim eden, herhangi bir taslak, biçim üzerinde ilerlemeyen. Virginia Woolf’un romancılığının en kayda değer özelliği iyi düşünülmüş taslak, kurgu üzerinde ilerlemesiydi, ne ilginç ki onu iyi yapan en belirgin özelliğini terk etmeyi arzulamış. Sanırım bu, onun hayat duruşuyla ilişkili bir istek, geleceği düşünmeden, planlamadan yaşama beklentisi. Fakat son kitabındaki tamamlanmamış hissi, üzerinde titizlikle durulmamış, satır satır düşünülmemişliği de gösteriyor ki aslında o gerçekte bunu da planlamış. Ama bu onun tarzı olarak benimsenmediği için… Bazen yazarın eleştirilere maruz kalan özelliği, onu o yapan temel edebi niteliği, değeri olabiliyor. Woolf’un daha feminen, daha duygusal, betimleyici romanlar yazmaya yeltenmesi, kendini inkar gibi. Ki onun son romanında sıcaklık arayışları var. Woolf dönemdaş olduğu ‘en beğendiğim ve kıskandığım yazar o’ diye nitelendirdiği Katherine Mansfield atmosfer yaratma bakımından çok başarılıdır. Virginia Woolf düz, direkt yazar, Mansfield etkileyici bir derinliğe sahiptir, romantik ve duygusaldır. Ama sonuç olarak ikisi de iyidir.

Çağımızda yazarlık mesleği rağbet görüyor. Orhan Pamuk bunu iyimser bir tablo olarak yorumladı. Ben de ona katılıyorum. Çevremizdeki herkes yazar ve şair olsa güzel olmaz mıydı? Şairlerin şiirleri dillerinden aksa, konuşmasalar şiirleşseler ve yazarlar satır satır, sayfa sayfa dağılsalar caddelere, şehirlere, kıtalara…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder