12/04/2010

En İyi Duyduğumuz Sesler İşitmediklerimizdir

Heyecanlanınca cümleleri toparlayamaz ya, hem de o kadar pürüzsüz yazarken, hem de o kadar akıcı konuşurken. (Şimdi ben seni ne yapayın, nereye koyayım, nereye taşıyayım) Bir de derler ki insan eti ağırdır. Hayır, ağır olan mutsuzluktur, umutsuzluktur. Kaya gibi yerinden oynamaz olan sevgisizliktir, sevmeyi bilmemektir. Bazıları sevmeyi ama çok azı sevilmeyi bilir. (Çocuksu mutluluk, hadi bana kucak aç bakalım kocaman) Ayrıntılara gizlenmiş. Bütün olamamış. (Evet, gerçekten iyi yazar, okusan aklın hayalinde durur) Nerede kalmıştım? Seni bulduğum yerde… (Böyle buldum, böyle bulundum. Şimdi ben seni ne yapayım, şimdi seni ben ne yapayım) -Kendinizden bir şeyler kattınız mı metne?-
 


Kendimden Kattıklarım Metne-1
 
Seninle gülmeyi seviyorum
 
Çam ormanlarını seviyorum. Yaprak dökmemesine bayılıyorum. Yaz kış yeşil kalmasına hayranım. Çam kokusu. Reçinesi, yanakta süzülmeden donmuş zamansız duraksamış gözyaşlarına benziyor. Ve dikensi yapraklar, işte o benim. Ben bir çam ağacıyım çocuk.
 
 

Kedimden Kattıklarım Metne-1
 
Senin beni evin merdivenlerinde karşılamanı seviyorum.
 
Mamanı yerken durup etrafa bakınmana tapıyorum.
 
Yarı insan yarı kedi olduğuna inanıyorum.
 
 

 
Kentimden Kattıklarım Metne-1
 
Bana zamanla sevmeyi öğrettin ya ben sana daha ne diyeyim.
 
Güzel bir kokun var rengi yeşil. Toprak, su, ateş içimde sönmüş bir volkansın.
 
Mütevazı asırlık çınar ağaçlarının gölgesindeki saltanatsın.
 
 
Bu işin aslı astarı, senden kattıklarım. En başa dönelim. Kalbine söz geçirebilir misin? Onu hizaya getirebilir misin? Onu vazgeçirebilir misin? Cevabın hayırsa, bu evetlerin en güzeli. Bu güzellerin en ıslah olmayanı. Bu hakikatin haktan gelişi.
 
 

10/15/2010

Evdeki Baudelaire




Yokluğun yokluğa, varlığın varlığa karışması yadsınmaz lakin yokluğun varlığa karışması doğum ve de varlığın yokluğa geçişi ölümdür. Uzun zamandır kendimi hedef alarak bir şeyler karalamadım; kendinden ne kadar uzak durursan o kadar hafifsindir, yakın olmanın ağırlığı, işte burada, bu satıra gömülür. Bir ölüyü mezardan çıkarmak pek beter, pis bir iştir, ayrıca lüzumsuzdur da. Bu sabah, yazdığım bu metni aklımda oluşturmuştum, yatakta, belki şimdikisinden beş, on kat daha şiirseldi, güzeldi. Belki de bu daha iyidir? Göreceli şeylere aklım hiç ermez. Hele bir şey kişiselleşti mi benim için çuval gözükür… Aklım ne güne duruyor? Çuvalla yavrum... Düşünmek, bazen okumaktan, yazmaktan önce geliyor. Gün içinde en çok ne yapıyorsunuz diye sorsalar size, vereceğiniz cevap ne olur? Ben Baudelaire’i düşünüyordum, 2010 yılının ekim ayında ve Türkiye’de. Neler yazardı, şimdi, burada, onun gözüyle bakmak… ‘güzel bir kadın geçer kaldırımdan, parfümü teninin ötesinde, güçlü, konuşan. Güneş gözlüğünün ardına saklamıştır tüm geçmişini ve ruhunu. Uçar gider almak ve sahip olmak istediklerine doğru.’ Oldu mu bilmem, böyle mi yazardı, benden daha iyi ifade edeceği su götürmez… Alışveriş merkezleri ve marketler için de bir şeyler yazardı herhalde: ‘Solgun yüzü aydınlanır raflardaki süslü ambalajlara bakarken, alnındaki kırışıklıklar erir tek tek. Hiçbir iz bırakmaz arkasında raftan rafta uçarken. Mucizedir yarım saatliğine unutmak her şeyi, en büyük duadır. En büyük iyiliktir ucuz tuvalet kâğıdı, şükreder tanrısına o markayı yarattığı için. Marketin raflarında ne çok tapılası şey görür, nasıl da onunla kişisel bağ kurmaya hazırdır küçük küçük şeyler, ona bir şeyler anlatmaya, iyisiyle ve kötüsüyle konuşurlar ama az önce yanından geçen adam, şu kadın, gözler, sadece gözler ve tanrıdır konuşan. Tanrı alegoriktir. Gerçeğin yerine ifadesi. Ya o, gerçeğini ifade etmiyorsa sana… O, tanrı değil o insan! Ah masumiyet, sen çağları da delip geçtin. İşaretlerle uğraş dur, iyi ile kötüyü birbirinden ayıkla dur. Senin için en doğru olanı bul! İstediğini alabilirsin, kaderini sen çizebilirsin, kasada tüm günahlarının bedelini öder gidersin.’’ Alışveriş merkezleri için de birkaç satır: ‘Dünyadaki en kutsal yerledir alışveriş merkezleri, tek eksik Michelangelo’nun freskleridir tavanlarda. Sahip olabilirliğin esirliği kayıtsız poşetlere sığdırılmış. Hangi vitrin camında kendi benzerini görebilirsin, arama. Acele ve telaş, bakınmalı bir duraksama. Kimin ayağı kayıp düşer, yürüyen merdivenlerle yükselirsin diğerleri gibi, onlar da sen gibi. Ve otomatik kapı açılır önünde diz çöken hizmetkârların olmadan, başın dik çıkarsın alışveriş merkezinden. Ve bir ambulansın çığlığı sana cennet mekânı unutturur, ama elindeki poşetler, azizler aşkına.’’ Şair değilim, bir yığın kelimeye ihtiyaç duyabiliyorum ufak bir şeyi anlatmaya, ama alt metin olarak kabul edebilirsiniz. Baudelaire’in bir sözü yeter ayrımın farkı için: ‘‘her hastanın yatak değiştirme tutkusuna kapıldığı bir hastanedir bu yaşam’’ böyle yazmış.


10/13/2010

'Y'ABANCI

Bütün köy halkının uykuda olduğu bir vakit çıkagelir yabancı, elinde bir denizyıldızıyla, onu bir ağacın dibine bırakır. Ertesi gün denizyıldızını bulur mavi gözlü çocuk ve ablasına götürür. Kız, denizyıldızını yatağının başucuna koyar ve uykuya dalar. Rüyasında bir ermiş ona iğneyle iplik verir ve ‘dik’ der. Sabah kız uyanınca elindeki iğne ile ipliği görüp şaşırır. O günden sonra dikiş diker. Aradan iki sene geçer, bir akşam vakti yabancı, elinde denizatıyla köye gelir, onu bir evin penceresinin kenarına koyar. Denizatını, sabah çiçeklerini sularken bulur evin sahibi ve onu komşusunun kızına hediye eder. Kız, denizatını yatağının ucuna koyar ve uykuya dalar. Rüyasında bir ermiş ona un ve kap verir. O günden sonra kız herkese yemek yapıp dağıtır. Yabancı, bir sabah köye gelir, elindeki deniz süngerini bir çeşmenin kenarına bırakır ve gider. Onu köyün en yaşlısı bulur ve torununa götürür. Kız, süngeri yatağının başına koyar ve uykuya dalar. Rüyasında ermiş sırtındaki abayı kıza verir. Kız uykudan uyandığı vakit yatağının üzerinde abayı görür. Abayı ocağa atar, ateşte yanmasını izlerken kapısı yumruklanır, kız tereddüt eder açmakta, bekler, ama en sonunda dayanamaz. Rüyasında gördüğü ermiş deli gibi kapıdan içeri girer, ama artık çok geçtir çünkü YABANCI abayı yakmıştır.


9/25/2010

YAZAMAMAK




Yazmamak… Birçok görüntü belirir, sonra silikleşir, kurur, çatlar, bir delik oluşur, gözünü oraya dayarsın ve karanlık… Yazamamak. Birçok yazarın hayaleti belirir, kimisi daktilosunu fırlatır duvara, kimisi bardağına viski doldurur şişesini fırlatır duvara… Yazamamak… Kalem eline yapışır; bir şeyin bir şeye yapışması fenadır… Yazamamak… Beyaz bir sayfadan daha acıklı başka bir şey yoktur… Yazamamak… Kelimeler kaçışır, uyuklar, duraksar, sığmaz, düşer, kalkmaz, aldırmaz, oturmaz, yakışmaz… Yazamamak. Bir piyanistin edasıyla oturursun masaya, parmaklarına bakarsın, sen artık parmaklarınsındır, başlarsın tuşlara dokunmaya, müziksiz, hayallerinin kelimelere dönüştüğü anda ağacın tepesindesindir. Her dalında başka bir meyve, birini kendine çekersin erik, diğerini itersin elma. Duman dumana kalır ev, odanın içini sarar alevler, nefes alamazsın, beslemeyi unuttuğunu hatırlarsın kapının önündeki aç, kızgın, burnundan dumanlar tüten ejderhayı. Kapın çalınır, açarsın. Kırk tane harami şaşkındır, çünkü daha ‘açıl susam açıl’ dememişlerdir. Tüfeğini duvara asarsın, az önce açtığın deliğe gözünü dayarsın, bir tüfek sesi patlar kulaklarında. Sandalyenden kalkar iki tur atarsın, başını kaşırsın, kapının önündeki ejderhayı biraz beslersin. Odana döndüğünde sandalyende bir yabancı seni beklemektedir. Yabancı, cebindeki mektubu masana bırakır. Mektubu açarsın. İçinden bir anahtar çıkar. Mektupta bir adres yazılıdır. Dalmışsındır elindeki anahtara, yabancı çoktan gitmiştir. Siyah ağıtın beyaz kalesi… Uyandığında, adresteki evin önündesindir. Mektuptaki anahtarı kilide sokarsın. Kapı açılmaz. Zile basarsın. Sana kapıyı ejderha açar. Ona, parmağınla işaret ederek dışarıyı gösterirsin, kulübesine zincirlersin. Kapı kapalıdır. Anahtarı yeniden deliğe sokarsın, bu sefer kapı açılır. Karla kaplı dar bir sokağa atarsın adımını. Yağan kar aheste aheste. Keman sesi işitirsin birkaç ev öteden. İkinci katın penceresi açılır, yanından geçen adam sana omuz atar sendelersin, acıyan omzunu tutarak sana çarpan adama bakarsın, adam yolun ortasında durur ve başıyla sana gel işareti yapar ve köşedeki eve girer. Takip edersin. Adam doktordur, omzun çıkmıştır, yerine oturtturur, sarar ve sonra senden bir gümüş sikke alır. Bu sikkeleri baban bırakmıştır sana, cimri bir tüccarın altınları ve gümüşleriyle gömülmeye karar verdiğini öğrendiği gün. Doktor seni evindeki hasta odasına götürür, yatağa uzanırsın. Gece, pencereden gelen bir sesle uyanırsın. Korkarsın. Perdeyi birazcık aralarsın. Pencerede, sana o gizemli mektubu bırakan yabancıyla göz göze gelirsin. Pencereyi açarsın, adam sana yeni bir mektup bırakır. Mektubu açmanla kendini upuzun bir kumsalda bulursun. Mektubu kapamanla kendini doktorun evinde, açmanla kumsalda, kapamanla evde, ev, kumsal, ev, kumsal. Tatlı bir uyku bastırır. Başın top mermisi, bir gemiyi batıracak ağırlıkta, masaya yaslarsın. Odanın içi yavaş yavaş suyla dolar. Suya gömülmüş odanda en dipte kalırsın başının ağırlığıyla. Tüm hayatın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçer; çocukluğun, annen, baban, kardeşlerin, yaşadığın evler, gittiğin okullar, arkadaşlar, akrabalar… İncelir incelir incelir yaşam, o bağ, son dejavu… Kapıların açılmasıyla tüm sular boşalır, kırk haramiler sevinç içinde, bir kez daha coşkuyla açıl susam açıl diye nara atarlar. İçlerinden birisi viski şişesini duvara fırlatır, diğeri anasını sattığımın daktilosu der fırlatır duvara. Bir kadın belirir aralarında, elindeki tüfeği duvara asar ve soyunup yatağa girer. Saatlerdir ele yapışık kalan kalem, balta yemiş ağacın heybetiyle devrilir masanın üzerine, yuvarlanır yuvasına doğru düşe düşe. Yabancı kapıdadır, elinde bir mektupla. Sandalyeden tam kalkacakken sen, adam eliyle işaret eder. Mektubu yataktaki kadına verir. Mektubu açmasıyla kadının yok olması bir olur. Omzumdan tüm vücuduma yayılır halsizlik, biçimsizlik, şekilsizlik... Yatağa kendimi bırakırım, o kadının kokusu ve olduğumdan daha fazlasıyla, dikkatimi dağıtan o sesle elim beyaz çarşafın arasında o mektubu bulur, açmamla yok olmam bir olur.

7/27/2010

Yelkovan Saatinin Üzerinde




Sonra birlikte oldular yelkovan saatinin üzerinde hareket ederken, şimdi görünmüyordu, birine olmayan bir şeyin ötekine de olmayacağını biliyorlardı, bundan fazla başka bir şey olamazdı, bu hepsiydi ve her zaman olandı, bu olmuş olan ve olacak olandı. Bu, sahip olamadıkları ama şimdi sahip olmakta olduklarıydı. Şimdi sahip oluyorlardı, ve önce ve her zaman ve şimdi ve şimdi ve şimdi. Ah, şimdi, şimdi, şimdi, yalnızca şimdi ve her şeyin üzerinde şimdi ve başka şimdi yok ama sen şimdi ve şimdi senin peygamberin. Şimdi ve edebiyen şimdi. Gel şimdi, şimdi çünkü şimdi yok ama şimdi. Evet şimdi. Şimdi, lütfen şimdi, yalnızca şimdi, başka hiçbir şey şimdi yalnızca şimdi, ve sen neredesin, ben neredeyim ve öteki nerede, niçin yok, niçin hiç yok, yalnızca bu şimdi, ve hep lütfen sonra lütfen şimdi, hep şimdi, çünkü yalnızca bir şimdi, gidiyor şimdi, yükseliyor şimdi, seyrediyor şimdi, terkediyor şimdi, uçuyor şimdi, dönüyor şimdi, uzakta şimdi, yolu açık şimdi, bütün yollarda şimdi, bir ve bir birdir, birdir, birdir, birdir, birdir, hala birdir, hala birdir, küçümcercesine birdir, yumuşakça birdir, özleyerek birdir, nazikçe birdir, mutlulukla birdir, bir iyiliktir, bir sevmektir, şimdi çam ağacının dallarının üzerine dirseklerini dayayıp toprakta uyumaktır bir, ve gecede çam kokusudur bir, sonunda topraktır bir, ve gelen günün sabahıyladır. Sonra öteki yalnızca kafasında olduğu ve hiçbir şey söylemediği için ''Ah, seni seviyorum ve bunun için sana teşekkür ediyorum''

Hemingway

7/06/2010

Senden Başkası Sen Olabilir Mi?




Gazetecilikte şöyle bir kural vardır, yazdığınızı yediden yetmişe herkes anlamalıdır, her kesimden ve her yaştan… Çünkü ticari bir üründür gazete, her gün belli bir tirajda satılmalıdır. Hadi bunu da bir yana bırakalım köşe yazarları çalıştıkları gazetenin okur kitlesine göre kendilerine ayar çekerler. Okur masumdur. Gazeteci veya iyi bir takipçiyseniz dönen cümleleri, ısınan suları hemen görürsünüz. İşin içine para girdi mi ne sanıyorsunuz ki? Hele böyle bir ülkede inanın her şey mubah olur. Yapanların yanına kâr kalır. Kitaplar da bu sömürüye açıktır. Sömürü varsa işin içinde inancınıza, zevkinize, özelinize göre şarkı yazarlar, parayı da kaparlar.

İşte burada durun! Söz konusu edebiyatsa kusura bakmayın ama en anlaşılmaz cümlelerle var olma özgürlüğümü ortaya koyarım. Herkes anlamasın, ama anlayan gerçekten anlasın! Dürüstçe. Edebiyat, tüm metaların üzerinde tutulmalı ve de anlaşılma kaygısı güdülmeden yapılmalıdır. Okuru allak bullak eden kitaplara bir örnek: Rilke’nin Malte Laurids Brigge'nin Notları nerede durduğumu, nereye gittiğimi, kim olduğumu bana unutturmuştu. Bir yazarın görünmez dünyasında kaybolmuştum. Bunun gibi daha pek çok önemli eser vardır. Gothe’nin Faust’u, James Joyce’un Ulysses’i, Kafka’nın Dönüşüm’ü... Bu yazarlar bu eserleri hayatın özünü akıtmak için veya kendilerini anlamak için yazmış olabilirler ya da yaptıkları en iyi şey yazmak olduğu için ya da sevgisizlikten ya da fazla akıldan, uyumsuzluktan, yalnızlıktan… Edebiyat budur. Edebiyatın gerçeği budur. Sizi zorlar. Sınırlarınızı kaldırır. Yazarla okur birbirlerini keşfederler, sırlarını paylaşırlar, acılarını, kayıplarını. Duygudaşlığın vermiş olduğu haz, sevgiyle bağlılığa dönüşür. Dostunuzu silersiniz veya aşkınızı bitirirsiniz de o yazara duyduğunuz sevgiyi yitirmezsiniz. Hayatınızın her evresinde, ne zaman sığınmak isterseniz oradadır. Sizin için mi yazmıştır? Kim bilir? Sadece yazmıştır. Ama şunu biliniz ki yayıncının siparişi üzerine yazmamışlardır eserlerini. Yazarın seçimidir. Onun günahıdır. Bir yazar kendinden başka hiç şeye tapmamalıdır. Kendine ihanet etmemelidir. Kafka kendine hiç ihanet etmiş midir? Kendisine bu kadar değer veren başka bir yazar görmedim. Kafka, kendinden başka hiçbir şeyin içinde var olamayan bir kişiliğe sahiptir. Yazmak, kendin olmaktır veya hiçbir şey olamamaktır.

Orhan Pamuk yazımla ilgili de birkaç şey belirtmek istiyorum. Ben Orhan Pamuk’u severim. Yazdığım yazı Orhan Pamuk’u sevmeyenlere yönelik bir göndermeydi. Bence Kara Kitap bir başyapıttır. Orhan Pamuk’u sevmeyen birçok kişiye alıp hediye ettim kitabı. Anlatımı, dili, kurgusu çok özeldir. Ve kapsadığı olaylar inanılmayacak kadar gerçektir, Türkiye’de olan şeylerdir. Beni Kara Kitap’ta en çok eğlendiren şeylerden biri gazeteci Mehmet Yılmaz örneğidir, benim tanıdığım adı Mehmet Yılmaz olan üç gazeteci var.

Eğer işiniz yazmaksa, bilin ki sizi sevenler de olacaktır sevmeyenler de. Bu, üzerinde çok fazla durulacak bir mevzu değil. Anlaşılmak da öyle… Zaten bir yazar anlaşıldığını düşünse ömrünü bir odada yazarak geçirir mi, bunu kendine amaç, iş, zevk, yaşam edinir mi? Edinir…

6/27/2010

Bir Çirkin Ördek Yavrusu Orhan Pamuk




Yıllar önce TRT'de Orhan Pamuk'u ilk kez izlemiştim. O malum evindeydi söyleşi. Bir baş mesafesiyle boğaz manzarasına kavuşmak... Evdeki en lüks, en pahalı şey boğaza bakan pencereydi. Onun dışındakiler her orta hallinin evinde görmeye aşina olduğumuz türden mobilyalardı. Orhan Pamuk, yemek masasında romanlarını yazıyordu o sıralar. Ne arkasında gösterişli bir kitaplık, ne büyük bir çalışma masası ne de kendine ait bir oda ekranda... Solgun koltuklar, ahşap bir vitrin ve yuvarlak yemek masası. Ve, bir garip Orhan Pamuk... Hiç de alışkın olmadığımız türden bir yazar ve entelektüel portresi. Sadece kendisi var... O bildiğimiz böbürlenen, sırtını kitaplara dayayan, ağzında piposu, sözleriyle göz dolduran, çalımlı yazarlardan biri değil. Sadeliği de aşmış o, şeffaf. Olamaz! Bir yazar kendini bu kadar deşifre edemez. Ben buyum diyemez. Bu kadar cesur olamaz. Bir şeylerin arkasına sığınmadan kendi yazı dünyasını deşifre edemez. Büyük sözler etmeden... Egosuz... Ön önemlisi de birileri beni sevsin diye beklemeden. Sevilme, beğenilme, fark atma kaygısı gütmeyen bir yazar Orhan Pamuk. Türk normlarının dışında bir adam. Kısa boylu, esmer, sakallı, hatta çirkin bile değil. Başbakanımız gibi boylu poslu, fakat külhanbeyliği yapmıyor. Tam tersi hafif kambur, başı öne eğik, utangaç, konuşurken heyecanlanan, sıkılgan bir yapıda. Orhan P. bir insan... Robot değil. Bir arkadaşım demişti ki, ''bu adam doğru düzgün konuşamıyor nasıl yazar olmuş'' ben de şöyle yanıtladım ''doğru düzgün konuşsa yazar olmazdı, konuşamadığı için bu kadar iyi yazıyor, anlatacak çok şey buluyor, çünkü konuşarak anlatamıyor.''

Orhan Pamuk, bu kişilik özellikleriyle genç yazarların örnek alması gereken bir isim. Ona karşı yürütülen ve desteklenen sert tutumu doğru bulmuyorum. Orhan Pamuk kendisiyle barışık. Bizim görmeye hiç alışkın olmadığımız türden bir yazar; maskesiz, kalıpların dışında. Mesela başka bir örnek vermek istiyorum bu imaj meselesiyle ilgili. Elif Şafak'ın eşi bir köşe yazısında onun panikatak bir kişiliğe sahip olduğunun altını çizmişti. Hâlbuki ekranda Elif Şafak'ı izlerken ağır çekim havası hâkim, neredeyse dünya ve zaman duruyor, baygınlaşıyor bakışlar. Zoraki bir gülümseyiş… Tasavvufi mi olmaya çalışıyor? Yoksa bu bir hipnoz tekniği mi karşısındaki insanı pasifize eden. Ama eşi, onu anlatırken böyle bir kadının varlığından söz etmiyor. Ya olduğun gibi görün ya da olduğun gibi görün. Maneviyat, her alanda sömürülmeye açıktır, kendine vakıf olan yazar, yazınsal gelişiminde şu dönemde yaygınlaşan zeminle paralel, kısacası ticari olmaktan kaçınmalıdır, hele bugünün Türkiye'sinde... Orhan Pamuk'u özel kılan işte tüm bunlardan uzak kalışıdır. Kendini kasmadan, kelimeleri yuvarlayarak, bilmeme, hata yapma özgürlüğünü kendine tanıyarak, doğallığın onun değerinden hiçbir şey eskitmeyeceğini bilerek... Ciddi, ağır başlı, asık suratlı, otorite konumundaki bir adam havalarına bürünmeyen... Doğallıktan bu kadar uzak, korkak bir toplumda Orhan Pamuk'un çocuksuluğu ve içtenliği anlaşılmaz, takdir de görmez haliyle.

Yazarçizer çevresinin Orhan Pamuk'un edebiyatına yönelik şu soruyu sormadıklarını fark ettim. Tamam biz beğenmiyoruz, takdir etmiyoruz bu adamı, peki dünya neden okuyor? En saygın ödüllere layık görülüyor kendisi. Bir biz akıllıyız da dünya aptal mı? Bir nedeni olmalı; düşündüm ve kendimce bir saptama yaptım: Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk dışsal yazarlardır. Bu bize gösteriyor ki bizim için günlük yaşamda doğal olan şeyler, yabancılar için alışılmadık. Bizi tanımıyorlar. Ama tanımak, izlemek hoşlarına gidiyor, çünkü onlar için anlatılan her şey yeni, duyulmamış ve görülmemiş. Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal'in edebi üslubunda olayların ve kahramanların içlerine giremezsiniz, hep bir mesafeden izlersiniz, dışarıda bir yerlerdesinizdir, tanık olursunuz olup bitenlere. Bizim kültürümüze yabancı olanlar için inanılmaz keyifli bir yolculuktur bu, keşiftir.

Bizler için Orhan Pamuk'un kahramanlarıyla özdeşleşmek zordur. O kendini yazar, e bu kadar aykırı bir adamla bir olmak zordur. Bir kadının karşısında utanan, kızaran bir Türk erkeği, hadi canım, fırsattan istifa etmeyi bile aklından geçirmeyen, bu kadar temiz. Masumiyet müzesiymiş, fettanlıklar müzesi olsa oturacak her şey yerli yerine. Ama bu Türkiye'nin gerçeği değil, bu Orhan Pamuk'un kendi dünyası. Ona özel. O bir yazar, Türkiye tanıtım elçisi değil. Her yazar kendi gerçekliğini eserlerine aktarır.

Orhan Pamuk'un kazandığı Nobel ödülü ise, Orhan Pamuk dışında herkes tarafından büyütülmüştür. Bu zamana kadar birçok ülkeden birçok yazar bu ödüle layık görülmüştür. Bunların içersinde açıkçası okumaktan zevk almadığım, beğenmediğim yazarlar da vardır. Edebiyat biraz göze, biraz ruha, biraz akla, biraz da zevke hitap eder ama en önemlisi zincirleri kırmaya. Dostoyevski'nin bir Nobel ödülü yoktur ama o gelmiş geçmiş en iyi romancılardan birisidir. Ve Cervantes... Yazarları aldıkları ödüller değil, eserleri yaşatır. Her iyi yazar bunun bilincindedir.

Orhan Pamuk Türkiye için bir değerdir. Türk edebiyatında bir renktir. Pamuk, bir yazar (bir insan) nasıl olması gerekiyorsa öyledir. Aslında bizim yazar ve entelektüel çevre olarak kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Dünyaya neden açılamadık bu zamana kadar? Orhan Pamuk bunu nasıl başardı? Kapalı bir toplum, kendine Müslüman bir edebiyat. Neyse ki yenilerden, gençlerden farklı bir ışık yükseliyor. Polisiye veya mizah yazıyorum diye edebiyat çevresi tarafından kayda değer görülme endişesi taşımadan yapıtlarını ortaya koyuyorlar. Asıl olan metindir, her zaman son sözü o söyler. Yeni oluşumlar ve Orhan Pamuk'un Türk edebiyatına katkıları yadsınamaz. Onun popülerliği, dünyanın Türk yazarlarına bakış açısını değiştirdi. Okunabilir olduğunu gösterdi. Ama o hâlâ Orhan Pamuk, bildiğin Orhan işte, başka birisi değil. Geçmişte iki laf etmiş, şimdi iki kişi olarak İstanbul sokaklarında gezmekte. Herkes kendi fikrini söylemekte özgür, biz birbirimizle laf yarıştırıyoruz, Orhan Pamuk bir söz edince, biz değil ama dünya dinliyor, okuyor, tartışıyor... Bu da hafife alınmayacak kadar ciddi bir şey...

Siz bir yazarın sokakta tek başına gezememesi ne demektir siz bilir misiniz?

6/22/2010

ASMA BAHÇELERİ


(Resimler İtalyan Ressam Botticelli'ye ait)


''Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır, Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir. Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır. Hayatın hangi katında durduğunuzu yanınızdaki kadının durduğu kat belirler. Hayatınız seçtiğiniz kadındır.''


6/20/2010

JOSE SARAMAGO VE EDEBİYAT





Jose Saramago'nun son romanındaki bir cümlesinden esinlenerek, daha doğrusu etkilenerek, düşünerek 2009'un Kasım ayında Kırılganlık başlığında bir yazı yazmıştım. Saramago'nun ölüm haberini duyunca bu yazıyı yeniden paylaşmak istedim.

Saramago, romanlarında tüm çıplaklığıyla, zaafları, kurnazlıkları, noksanlıklarıyla insanı çizer; aslında hiç ama hiçbir şeyi görmediğimizin, körlüğün vermiş olduğu rahatlıkla kokuşmuş ne varsa bal gibi yalayarak yuttuğumuzun idrakine vardırtır. En zekisi, en insan olanı dahi bazen körlükten kaçamaz, çünkü bulaşıcıdır. İnsandır...

Edebiyat, edebi olandan gelmez sadece, bu kadar basit değildir, edebiyat edepten gelir. Var mıdır edebiniz? Var mıdır aklınız? En rasyoneli bile bir çelmeyle yuvarlanıverir mantıksızlığın kucağına. Pek de rahattır o kalın, hayvani kollar. İlkeldir çünkü... Fakat gün geçtikçe, zaman ilerledikçe durum değişir. O hayvani kollar hırpalar, ezer, çaresiz bırakır ve en sonunda ya kendine benzetir ya da canını, ruhunu, yaşamını alır. Tıpkı Raskolnikov gibi. (Edebiyat) Edepsizleri işaret eder yeni yeni kurbanlar vererek ve içine alarak, kendinden geçirerek onu sen, seni de o yaparak. Ve okudukça duyumsarsın yitirilen her ne varsa insan olmaya dair.

Kişisel olarak şunu belirtmeliyim ki, Saramago gibi yazarlar olmasaydı gözüm arkada kalarak dünyadan ayrılırdım; bitmemiş, kazanılmamış bir meseleden ötürü. Lakin varlar, hep oldular ve olacaklar da. İşte edebiyatın gücü buradan gelir; değeri yadsınamaz. O kaçınılmaz olandır. Haktır, hukuktur, adalettir, yeri geldiğinde Tanrıdır. Ancak haddini bilmez, edepsizin biri hor görür edebiyatı cehennem bekçilerini kucaklayarak. Edebiyat niçin var? Birilerine haddini bildirmek için olmasın? Cervantes'ten bu yana birileri* kulağı okşayan dizelerin ardından sertçe şunları iletmişlerdir bizlere: Kral yok, sömürülmeyin, ciddiye aldığınız bu adamların anlattıklarının çoğu uydurma, kanmayın, inanmayın, aldanmayın... En nihayetinde olmadı baş edemediniz o insan sürüsüyle, işi deliliğe vurun ama yapacağınızdan geri kalmayın. Kitaplar toplatılır, kitaplar yakılır, yazarlar hapse atılır... İnsan çıplaktır, görebileni yüceltin.

Saramago'nun kitaplarını, Don Quijote'un yanına koyacağız, (ölümsüzler kulübüne) dünyaya yeni gelenler için kılavuz olsunlar ve kendilerini yalnız hissetmesinler diye...


KIRILGANLIK

Alınganlık, kırılganlık, anlaşmazlık, uyuşmazlık, bağdaşmazlık... İlişkiler iyi başlar da neden iyi gitmez bir sorun kendinize? Saramago'nun son romanında bir cümleye takıldı aklım, cümle şu: ''Çok yazık. Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil.'' (Turkuvaz Kitap/FilinYolculuğu/Sayfa 115) Gerçekten bu mudur sonuç? Şöyle bir aklımdan isimleri tek tek geçirdim, eh doğru! Bilin ki insanların aklında hep kusurlarınız kalıyor. Bir damga gibi... Cimri. Bencil. Yalancı. Güvenilmez...

Ve gelelim ilişkilere...

SEN ve BEN iki önemli kavram neredeyse. Hatta öyle ki, birlikteliğinden bile şüphe uyandıracak ikilinin ardındaki çoğulluk, o insan yığını. İlişkileri neye göre yaşıyoruz? Sanmayın ki aşk her yerde aynı yaşanır. Hayatında bir kez bile kavga etmemiş çiftler var. Mutlular mı? Âşıklar mı? Önemli olan ne? Beraberce yaşayabilmek, iyi ve güzel, değişerek, paylaşarak, zenginleşerek...
Son yıllarda ilişkilerin birbirinin aynı olması doğal gelmiyor. Müthiş ikilinin yolları, akılları, kalpleri bir yerde ayrılıyor. O kimlik yok mu o kimlik batıyor! Değişti deniyor, ilk günkü gibi heyecan vermiyor. Herkesin aynı sakızı çiğnemesine benziyor ilişkiler. Hemen psikolojik savaş başlıyor, kaygılar, endişeler, yetmeyişler. Yol ortasında çocuğunu döven anne misali, onu hizaya getirmeye çalışan sevgi paranoyası, zorla dediğini yaptırmaya çalışan, histerik, çocuğu kolundan tutup çekiştiren, hesap soran, bir türlü hoşnut olmayan sevilmemişliğin acısını birilerinden çıkartan... Hırpaladığı yavrusu kadar sevgiye ve sevilmeye hasret olan anneler... Buna Türkiye'nin aşk çizgisi de diyebiliriz. Nede olsa ilk sevgi anneyle başlar. Buhranlı, melankolik, sızılı...

İlişkileri başka türlü yaşamayı ve de yaşatmayı bilmiyor muyuz? İki insan psikolojik savaş vermeden, özgürce, dilediği gibi, sevgiyle, saygıyla, ilgiyle ve anlayışla yürüyemez mi beraber? Uslu uslu otursak, sınırları aşmadan, şiddet uygulamadan, sızlanmadan, aldatmadan, yalan söylemeden, ezmeden, ezilmeden. Toplumsal bilinç, toplumsal aşklar, toplumsal evlilikler...

Yaşanmamış, elde edilmemiş, tadına bakılmamış o kadar çok şey var ki, bir sen yoksun, olmamışsın bir türlü. Sen değilsin ki sadece yakınan, herkes parçalanmış birileri tarafından hoyratça veya kazara. Kalpleri ele geçirmiş bir virüs sanki ortaklıkta dolaşan. Peki bu insan nasıl mutlu olacak? Korkmadan korkutmadan, gözdağı vermeden, esir almadan yaşayacak aşkını, duygularını, hayatını, nasıl? Kendin sandığın şey, o bir türlü kurtulamadığın içsel çatışmaların sana ait bile olmayabilir, bunu bile bilmezken, nasıl sarılabilirsin insana?

Ne zaman seni sen, onu da o yapan iyi nitelikleriniz olunca, hiçbir şeye de paye vermeden birlikte yürüyünce belki değişir dünyan.


Kasım/2009



5/27/2010

YAZARIN OD'ASI

Ada ve adam. Yedi çizgi. Hapishane. Yedi çizgi. Odasında yazan. Bir nokta. Bartisyan’ın mumları. Duvarda uzayan gölgeler. Issız oda ve nefes alan ada. Kırmızı mürekkep, siyah şarap. Sessizlik. Kapı. Ziyaretçi. Odada iki kişi.,.

Bartisyan’ın papazlardan satın aldığı kara şarap. Nasıl üzümlerse bunlar suyu kara. Bir ada bir oda. Tek başına. Genç papaz Markus soruyor:

—Duydunuz mu efendim, duydunuz mu o sesi?
—Bütün gün odamdaydım, yazıyordum, dışarı hiç çıkmadım, nasıl duyabilirim ki? İşitmedim bir şey.

İki bardak kapıp geliyor Markus.
—Olmaz, ben su bardağında şarap içmem.
—Kadeh bulamadım. Hem şarap sudur. İç. İç. Şarabın kutsalı olur mu?
—Her şarap kutsaldır, ama her kadeh kutsal olmayabilir.

Şişeden sızan şarap masaya damlıyor; kırmızı.
—Bunun rengi neden kırmızı Markus?
—Bu vişne şarabı da ondan.
—Üzüm değil demek. Anlat bakalım neymiş bu ses? Kim işitmiş?
—Herkes efendim, herkes işitmiş, tüm ada halkı. Geceleri kimse uyuyamıyor bu sesten dolayı.
—Ben neden duymuyorum? Ben adada değil miyim?
—Ben de o yüzden geldim ya size. Tanrıya inanıyor musunuz?
—Hayır, inanmıyorum, ben papazlara inanırım, onlar benimle konuşuyorlar, hatta kapıma kadar şarap bile getiriyorlar, böylesi bana daha inandırıcı, tapılası geliyor.
—Belki beni size tanrı göndermiştir, aklınıza hiç gelmedi mi?
—Gelmedi.
—Bu ses bir işaret.
—Nasıl bir sesmiş bu Markus?
—Nefes sesi.
—Birisi oyun oynuyordur papaz efendi, gençler sever bu tür oyunları.
—Ama, ama durum düşündüğünüz gibi değil, daha ciddi.
—Nasıl ciddi? Bu ses adaya ait değil. Bu sesi çok uzaktan işitenler var. Nefes sesi gece on ikiden sonra başlıyor ve sabah ezanında bitiyor.
—Bu tanrı Müslüman olmasın Markus?
—Tanrı dinsizdir efendim, dinsizdir, bilirsiniz, biz hepimiz ona inanırız.
—Öyle, inanırız. Peki ben neden duymuyorum bu sesi?
—Ben de bu nedenle size geldim. Adadan ayrılın.
—Ne demek adadan ayrılın?
—Belki ses durur. İnsanlar uyuyamıyorlar, bir şey, bir şey var ama ne?
—Eğer gidersem ses susacak mı? Hem bu tanrının nefes sesiyse onu duymak iyi değil midir?
—Mesaj var birisine, ama o mesaj ulaşmıyor sahibine.
—Ulaşmıyor demek. Ben gidersem?
—Siz giderseniz adadan, belki mesaj yerine ulaşır.
—Ne demek şimdi bu? Hiçbir şey anlamadım.
—Bakın beni dinleyin. Sizin bu adadan ayrılmanız gerekiyor.
—Ya gitmezsem?
—O zaman mesaj yerine ulaşmaz.
—Vişne şarabı güzelmiş.
—Kilisenin bahçesindeki ağaçtan toplayarak yapıyoruz.
—Ne? Orada bir sürü mezar var Markus, bana ne içirdin sen?
—Affedin beni, ama bunu yapmak zorundaydım. Bu gece siz de duyup işiteceksiniz. Tanrı sizi seçti. Ben de size geldim.
—Demek tanrı beni seçti, nasıl? Saçmalama Markus! Git buradan, şarabını da al ve git. Bir daha sizden şarap alırsam.
—Peki gidiyorum, fakat size minnettarım. Tanrı artık yalnız değil, nefesini bizler için tüketmeyecek. Siz… Bu adadaki herkes size dua edecek inanın.
—Haydi git, saçmalama! Tanrım akıl fikir ver bu adama, genç de, ama kafayı bozmuş.

* * *


O gece nefes sesi kendiliğinden kesilir.

Ertesi sabah papaz Markus odasında ölü bulunur. Sırtından bıçaklanmıştır.

İki gün sonra papaz Joseph iki şişe şarapla Bartisyan’ı ziyarete gelir. Yazar şaşırır ama acı kayıptan ötürü geri çevirmez papazı. İçeri buyur eder. Şaraplar üzüm şarabıdır. Papaz Joseph kitabın yeni bölümünü okur:

—İnsanın ruhuna dokunuyor cümleleriniz. Aslında böyle olmasını hiç istemezdim. Ama Markus adadan gideceğinizi söyledi. Bir şey itiraf etmek zorundayım. O gün Markus size geldiğinde tüm konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Gerçekten haklıydınız, saçmaydı sizin adadan ayrılmanız. Nasıl bir mantığı olabilir ki? Bir din adamı yalan konuşmamalı. Bizim kilisenin bahçesinde vişne ağacı yok. Meyve ağacı hiç ekilmez, kendiliğinden çıktığında bile kökleriz, büyümesine izin vermeyiz. Bartisyan, sana bir sır vermeliyim. Markus’u ben bıçakladım. Şarabı fazla kaçırdığım bir akşam Markus’a sana karşı olan duygularımı açtım, anlar sanmıştım. Bir din adamı anlayışlı olmalıdır. Ama Markus bana düşman kesildi, hâlbuki çok iyi dosttuk. Çok değişti, onu tanıyamaz oldum. Aramızda bir ilişki olduğunu ve bunu patrikhaneye bildireceğini söyleyerek tehdit etti, seni görmemem gerektiği konusunda beni uyarıp durdu, yolumu kesti, bağırdı çağırdı. En sonunda sana geldi, adadan ayrılman için… Gitmeyeceğini biliyordum. Ama Markus çıldırmış gibiydi. Durum dayanılmaz bir hal aldı. Ona zarar vermeyi hiç istememiştim, sadece konuşacaktım. Onu öldürdüm. Gidip teslim olacağım. Bana mektup yazarsın değil mi Bartisyan? Yaz. Herhalde içeride on beş, yirmi yıl yatarım. Sen bu adaya aitsin, o kutsal sesi işitmemiş olsan da… İlginç olan, o sesi senin haricinde herkesin işitmiş olması. Ve Markus’un ölümüyle aniden kesilmesi.

—Kesilmedi Joseph. Çünkü o sesi iki günden beri işitiyorum. Sanırım ben ve Tanrı'dan başka hiç kimse bir daha o sesi duymayacak.



5/07/2010

Diller ve Kültürler



Her dilin özellikleri, oluştuğu kültürü de anlatır biraz. Mesela Türkçe sondan eklemeli bir dildir ve o yüzden Türkler her işi son güne bırakırlar. Kelimelerin doğada mutlaka bir karşılığı bulunur, bir şeyle eşleşir, eklerle başkalaşır. Her şey öze hizmet eder, bu da birliğin, tekliğin ifadesidir.

İngilizce, köklerden türememiştir, sabittir ve her şeye bir ad vermişlerdir, bu nedenle kelime sayısı çok fazladır, her kelimenin anlamı kendisine aittir, tabiri caizse cuk diye yerine oturur, Türkçe gibi lastik değildir, konuşana da kıvırma şansını pek tanımaz. Özellikle de cümlenin daha başında özne ile yüklemin gelmesi insanları dürüst kılar. Türkçede, cümlenin en sonundaki yükleme gelene kadar ne masallar yazılır, ne hikâyeler anlatılır patrona, eşe, dosta, öğretmene… Kısaca, cümle tamamlanana kadar atı alan Üsküdar’ı geçer… İngilizlerin böyle bir düşünme ve kaçma payı maalesef yoktur…

Türkçenin yapısı, kelimelerin kök ve eklerle ilişkisi beni her zaman çekmiştir. Mesela gerçek kelimesi: Ger-çek. Ger Türklerin orta Asya’da kullandıkları çadırlara denir, Ger-dek gecesi de buradan türemiştir. Bir şeyin gerçek olup olmadığını anlamanız için onu tutar çekersiniz; tuttuysanız, çektiyseniz, size doğru da geldiyse o gerçektir. Aynı zamanda ger (çadır), aileyi, ocağı temsil eder. Eee Türkler için hayatta bundan daha gerçek ne olabilir ki, insanın gerçeği evi değil midir? Ev-et…


Yurtdışında bir süre yaşayanlara sorarlar, en çok neyi özledin diye. Ben en çok Türkçe konuşmayı özlemişimdir; ifadeyi buluş şekli, derinliği, iklimin felsefeye yatkınlığı özlenmeyecek gibi değildir.



Baskıcı toplumlarda, konuşmak aynı zamanda sevişmektir. Hele cinsellik bir tabu olmuşsa bu bir ihtiyaç olarak dile yansır. Türkler çok konuşuyorlar. Konuşmaların mayası da genelde tartışmaya, çatışmaya yönelik oluyor. İngilizler konuşurlarken heyecana kapılmazlar, en vahim anlarda soğukkanlı kalırlar, bu özellikleriyle de çok iyi dalga geçerler. İnsan sinirlenince, heyecana kapılınca nefesini tutar, beyne oksijen gitmez, kafa doğru çalışmaz, aptallık baki kalır. Ama baskıcı toplumda aptal yerine konmak, aptal olmaktan daha mühim olmuştur her zaman. ''Kimse beni aptal yerine koyamaz!'' Ve konuşmak, rahatlamaktır. Bu yüzden Türklerde böyle bir sendrom gelişmiş, kendini anlatma ihtiyacı. Kimse kimseyi dinlemediği için, anlaşılamamaktan da devamlı şikâyet ederler. Avrupa da bir türlü anlayamamıştır Türkleri. Ama Osmanlıyı anlamışlardır. Yıllarca birbirleriyle savaşan Avrupa’daki devletler şimdi Osmanlının gelişmiş bir üst modeli olmuştur. Arap Osmanlıdır, Bulgar Osmanlıdır, Kürt Osmanlıdır, Yunan Osmanlıdır, Türk Osmanlıdır, Ermeni Osmanlıdır, Musevi, Hıristiyan, Müslüman Osmanlıdır... En azından 600 yüzyıl boyunca öyleymiş… Avrupalı kimdir? Asya’da yaşamak Asyalı olmak mıdır? Ruslar Asyalı mıdır? Avrupalı olmak nedir? İngilizler Avrupalı mıdır? Bir İngiliz bunun üzerinde bir iki saat düşünebilir elindeki sterline bakarak.

Türkler içte olduğu gibi dışta da otorite kurma mücadelesi verirler. Avrupa kayıtsızdır. Zengin züppe çocuktur ve sana ne yapacağını söyler. Fesattır. Kesin bir oyun çeviriyordur. Türkler hemen güreşe tutuşurlar Avrupa’yla... Boyunun ölçüsünü almaya kalkarlar. Gün gösterme hevesine kapılırlar. Tek dişi kalmış olsa da bir canavar vardır mutlaka Türkleri ısırmaya niyetli… Türkiye’nin dört bir yanının düşmanlarla çevrili olduğunun altı çizilmiştir de üç bir yanının denizlerle çevriliği olduğu görülmemiştir. Suda mı yaşıyor bu düşmanlar? Sudaki düşmanlar! Bir Van Canavarı vardı içerde, gölde, ama onu da gerip çeken olmamış, düşmandan sayılmaz. Osmanlı ise etrafını kuşatan topraklara düşman gözüyle değil, fethedilecek ganimetler, zenginlik olarak bakmıştır. (Günümüzün Avrupa’sı…) Sömürgeciliğe geçemeyişle ve milliyetçilik akımının güçlenmesi ve dünya sisteminin değişmesiyle imparatorluk parçalanmıştır.



Türkler konuşmaya sevdalı; şunu yedim, şunu aldım, böyle düşünüyorum, bunu savunuyorum gibi şeyleri, hayatlarının her ayrıntısını anlatmakla ve de karşısındakine kendi fikirlerini yutturmakla ömür tüketiyorlar. Bir İngiliz’in veya Fransız’ın ömrünü birisi için tükettiğini, saçını süpürge ettiğini görmedim. Bildiğin yaşıyorlar. Olması gerektiği gibi. Birbirlerini hırpalamadan. Yorulmadan, karşısındakini yormadan, bezdirmeden, şikâyet etmeden, yarışmadan. Yarışmacı zihniyet, Türklerin en tehlikeli özelliği, çünkü kapitalist sisteme kolayca geçilmesini sağlamıştır; maneviyattan maddiyata. Hâlbuki Türk kültürünün özünde sadelik esastı, var olanı göstermek ayıptı, şimdi moda. Yarışmak, birinci gelmek için tüketiliyor her şey. Onda olan sende nasıl olmaz, sen insan değil misin? ''Nasıl geçtim ama seni yeni otomobilimle, fark attım sana, bir gol yedin oğlum Şinasi benden, kolaysa borç harç al kendine yeni bir otomobil.'' Durur mu Şinasi hemen savunmaya geçer, kayınvalidesiyle paslaşır, gelen parayla hemen Bodrum’dan bir yazlık alınır. Bu mühim mesellere kafa yorarlar. Dışa kapalı, meraksız, kendine ve kendinden olana aşırı duyarlı Türk toplumu. Kediyi merak öldürür sözü bu bakış açısını çok iyi resmediyor. Merak var, ama bu merak toplumun otokontrolünü sağlamaya yönelik. Savaşçı… Baskıcı… Aptallığa müsait… Eğer bu yarışmacılık kana işlemeseydi, kapitalizm barınamazdı bu toplumda. Bir çanak yemek, bir hırka, bir dam yeterdi yaşamaya. Mal da yalan mülk de yalan var da biraz sen oyalan… Oyalanmak ne demek yaşama sebebi.



Türklerden uzaklaşıp beni delirten Fransızcaya geçelim. Neden delirdiğimi belirteyim, dört yıldır üzerinde çalıştığım romanımın bir bölümü Paris’te geçiyor. Ve kahramanlarımız da dolayısıyla Fransız. Ama şöyle bir durum var ki Fransızlar isim özürlü. Kralların ismine bakmamız durumun ne kadar vahim olduğunu bize gösteriyor; baştan sona tüm kralların ismi Louise. Halkı da ikiye ayırıyoruz bir bölümü Jean, geriye kalanların hepsinin adı Jacques. Bir de bir dönemi yazıyorsanız, her ismi de koyamıyorsanız… Velhasıl, karakterlerden birine bir Fransız arkadaşımın ismini, bir başka arkadaşımın da soyadını verdim. Fransızcada beni delirten bir diğer durum ise, söylenmediği halde sonuna eklenen harfler. Madem kullanılmayacaksa, söylenmeyecekse neden eklenir? Çünkü Fransızlar, tarihin her döneminde süse düşkün olmuşlardır. Fransızların sade ruhu sese, şatafatlı yaşamları, giyim ve kuşamları harflere dönüşmüştür. Diğer iki dile dikkatli bakınca İngilizcenin ne kadar komplike bir dil olduğunu anlamış oldum. Harfleri güzelce, bol bol kelimelerin içine serpiştirmişler, bazı harfleri çıkartmışlar, kelimelere şekil vermişler. Türkçede ses yankı misali yazıya dönüşür. Bu dünyada var olmayanı yazıya ekleyemiyorsunuz, söze dökemiyorsunuz. Bu nedenle fantastik kurgulara pek yer vermiyor. Fantastik kelimesinin tam karşılığı da Türkçede yok zaten, gerçekdışı kelimesini kullanabiliriz ama kulağa hiç fantastik gelmiyor. Türkler için Ay’a gitmek gerçekdışıdır. Örneğin Jules Verne 1856 yılında Ay’a Yolculuk kitabını yazdığında eğer Türk olsaydı, annesi ve edebiyat çevresi derdi ki ''Oğlum, şöyle ipe sapa gelecek şeyler yazsan da bütün sülalemiz okusa, Ay’a nasıl gidilir akıl var mantık var'' edebiyatçıların yaklaşımı ise ''milletimizi ilgilendiren bu kadar mühim mesele varken, neymiş Ay’a Yolculuk’muş, gerçekçi ol Jules Verne, ayağın yere bassın, yoksa ciddiye almayız seni, konferanslara da çağırmayız'' ama Ay’a gidildi. Hayaller gerçek oldu. Büyüksün Jules Verne, büyüksün! İlginç, Jules Verne’nin Osmanlıya ve Türklere ilişkin bir kitabı da bulunuyor. Dil ve kültür arasındaki bağ ne kadar güçlü. Günümüz Türkiye’sinde bir çocuk, ''anne ben büyüyünce astronot olacağım, Ay’a gideceğim'' dese, konu komşu hemen müdahale eder, ''mühendis, doktor ol oğlum yaşlanınca annene kim bakacak?'' Tutacaksın, kendine çekeceksin, geliyorsa o gerçektir, geri kalanı hayaldir, boştur. Bir arkadaşım atom mühendisiydi ve hayatını çimento satarak kazanıyordu, bu da takdiri ilahi olsa gerek…

İngilizcede kelimeler her şeydir, kelimesiz eylemler hiçbir şeydir. Doğru kelimeyi kullanmıyorsan kendini ifade edemezsin. Türkçede ise bir kelimeyle tüm hayatını anlatabilirsin, İngilizcede anlatamazsın, pratik bir dil değildir, entelektüeldir.

Gelelim dillerdeki müziğe… Son zamanlarda gençler Türkçeyi kelimelerin son hecesini uzatarak ve aşağı çekerek konuşuyorlar. Bunu, baskıcı bir topluma karşı gençlerin dilsel tepkisi olarak kabul edebiliriz. Yayarak konuşmanın anlamı, seni takmıyorumdur, yaşını başını almış, düzgün Türkçe konuşanlara ve otorite olan kişilere yanıttır: SENİ TAKMIYORUM. Baskıyı kaldırsak da gençler güzel Türkçe konuşsalar, azınlık değil çoğunluk olduklarını idrak etseler. Toprak için ölünmez ama insan kendi dili için ölebilir. Çünkü binlerce yıl ötesindeki gökyüzünü ve yeryüzünü kelimelerin içine sığdırarak dili gittiği her yere taşıyabilir insan. (Ne de olsa dil insanın ağzının içindedir, tutulur, çekilir, acır, gerçektir) Ay’da Türkçe konuşursun… Bugün vatanın burasıdır, yarın başka bir yere göç edersin, farklı bir kara parçasına. Konuştuğun dil senin vatanındır. Dil, coğrafi sınırları kendiliğinden çizer. Siz adını ne koyarsanız koyun, oradaki insanlar nece konuşuyorlar, o dil, o toprağın sahibidir. Aklıma Anadolu’dan Arjantin’e yerlermiş bir Ermeni geldi, çok güzel Türkçe konuşuyordu, yumuşacık, aradan onca zaman geçmiş unutmamışlardı. Dil böyle bir şey, yanında götürebiliyorsun her yere. Diğer taraftan İngiltere’ye, Amerika’ya yerleşen ve yabancılarla evlenen Türklerin çoğu çocuklarına Türkçe öğretmiyor. Nasıl bir ironi bu? Çocuklara yapılmış bir haksızlık. Bir dilden, bir dünyadan mahrum kalmak…

İranlı bir arkadaşımla sohbet ederken Farsça ve Türkçe ortak kelimeler aramaya başladık. Osmanlının dil anlayışı içine olan, bir kelimenin her dildeki karşılığını ardı ardına sıralayan, bu şekilde kültürler arası ortak bağ kurmaya çalışandı. Çok fazla ortak kelime bulduk, bir örnek dünya. Sömürgecilik anlayışında dilleri içine alma olmamıştır, sömürgecinin dili sömürülenlere öğretilmiştir. Bu nedenle bazı diller dünya üzerinde çok konuşulur hale gelmiştir; İspanyolca, İngilizce, Portekizce gibi…

Osmanlıca, kültürleri içine almıştı. Türkçe, kültürleri dışına almıştı.

Türkçe melodik bir dil değildir, duyguların ifadesi sese yansımaz, düzdür, İngilizcede hello demenin bir melodisi vardır, Türkçede heceleri oynatmadan mer ha ba dersiniz, ama öyle bir merhaba dersiniz ki sesinizdeki tını neler neler anlatır; bazen okyanusları aşar, bazen bir dostluk çağrısıdır, kulak hemen ayırt eder tonlamadaki farkı. Hangi merhaba? Vurgular önemlidir, bir merhabayla keyifsiz olduğunuz hemen anlaşılır.

Türkçede dudakları, mimikleri hareket ettirmeden konuşursunuz, İngiliz aristokratlarına yakın. Baskı kültürü dilde kendini en iyi gösterendir. Japonca konuşurken her kelimenin sonunda başınızı eğmeniz gerekir. Rahat rahat konuşan bir Japon hayatımda görmedim. Bu nedenle Japon gençler rock müzik diliyor, çok çılgın kıyafetlerle, rengârenk saçlarla geleneklerin, baskı kültürünün dayatılarına dur diyorlar, ama konuşurlarken başlarını eğmeden edemiyorlar. Dillerin içinde doğdukları kültürlerle bağlantısını keşfetmek çok eğlenceli.

Japonların yıllarca uğraşıp İngilizceyi öğrenememeleri ama altı ayda çok güzel Türkçe konuşmaya başlamalarına ne demeli? Bu hızlı gelişimden iki dildeki ses ve yapı uyumunu görmemek elde değil. İngilizlerin r harfini yutarak Türkçe konuşmaları, melodi katmaları kaçma isteği uyandırırken, bir Japon’dan aynı şeyleri işitmek kulağı okşuyor.

Dil aşktır. Türkçeyi yeni öğrenen veya bilmeyen birinin aksanlı bir biçimde isminizi telaffuz etmesi size bir şey çağrıştırmaz, ama aynı dili konuştuğunuz birisinden duymak, deprem gibi sarsar. Hele sevdiğinizin ağzından duymak nasıl etkiler? Şu İngilizler adımı bir türlü doğru telaffuz edememişlerdir. Fransızlar başkadırlar, onlarda isimlerin bir önemi yoktur, herkes Jacques’tır nede olsa.


Yazdıklarımın hepsi benim şahsi yakıştırmalarımdır, bu nedenle gerçeklerle herhangi bir bağlantısı olmayabilir. Gerçekdışı diye nitelendirebiliriz. Statükocu değil, Fantastikocuyum. Pek ciddiyet ve önem arz etmese de ayaklarım yere basmadan düşünüp yazıyorum, kısaca ehlikeyif. Ne demiş Nefi ''tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil.''

4/08/2010

SOLARİS



Genelde romanların sinemaya aktarımı pek iyi sonuç vermez. En muzdarip olduğum da Madam Bovary'dir, neyse ki Flaubert izlemedi hiçbirini. İzlemese de, neden ''Madame Bovary benim'' dediğini anlıyorum, hangi gözle bakmak isterseniz, o da bir erkek olarak yarattığı kadına sahip çıkmış, eli öpülesi bir yazar, gerçek bir erkek, duyarlı, sevmeyi bilen, susmayan, tepkisini dile getiren, Mösyö Bovary gibi ruhsuz değil.

Roman ile filmi birbirinden iki farklı, bağımsız yapıt olarak ele almak daha doğru bir yaklaşım. Birisini okuyacaksınız, diğerini de okuduğunuzu unutup izleyeceksiniz. Fakat tabii romandan esinlenerek bir film ortaya çıkarmak her zaman hüsran doğurmuyor, 1972 yılı yapımı Solaris başka. Stanislaw Lem'in en önemli romanı olarak gösterilen Solaris'i, ünlü Rus yönetmen ve yazar Andrey Tarkovski sinemaya uyarlamış.

Solaris, herkese yabancı. Seninle var olan, seninle kendini tanımlayan yaşam formatı hakkında konuşmalarla başlıyor film. Ve ilerleyen sahnelerde tüm bu sorgulamanın altında yatan gerçek, insan psikolojisi, bilinçaltı, çocukluk, sevgi...

Solaris’in tüm yüzeyi farklı bir akışkanlığa sahip okyanusla kaplı. Kara parçası olarak koca gezegende bir adacık var sadece. Filmdeki okyanus görüntüleri çok etkileyici, insanı hipnotize ediyor.




Filmi izlerken kadın ve erkek ilişkisine dokunuşlar derin. Erkeğin ''seni seviyorum'' diyemeyişi ama kadına olan tutkusu, onunlayken uyku, bunalım hali ve onsuzken çaresizliği, soğukluğu. On yıl önce intihar etmiş bir eş... Tepkisiz kalış. Vicdan. Bir kadın bir erkeği bırakana kadar onda kalış. Evet, erkekler böyledir, bir kadın onu bırakmadan bırakmazlar, o kadından kopamazlar. Ölmüş ama sevdiği erkeği bırakmamış bir kadın, bir eş. Kadın, erkeğin vicdanında yaşıyor ve acı çekiyor. Çünkü o kadın, aslında o adamın ölen eşi değil. İkisi de bunu biliyor. Ama bilinen bu gerçek, Solaris'e ait yaşam formatının adamı sevmesine engel teşkil etmiyor. Sevmeyi biliyor, acı çekmesini öğreniyor Solaris'in sakini. İzleyici olarak dünya dışı yaşam formatını çözmeye ve anlamaya çalışıyorsunuz, güzel bir kadına bakarak. Duygularını en açık bir biçimde yaşıyor, acısını gösteriyor kadın, zihinsel açıdan adama bağlı olduğundan tüm bunların nedenini bilmiyor. Erkek, kadını anlamaya çalışıyor. Sevgiyi anlamak...?

Romanların sonunda okuyucuya bırakılan bağlantı kurma özgürlüğü, filmde de yakalanmış. Başlangıçta anlamsız ve yetersiz gelen şeyler, filmin sonunda yerli yerine oturuyor. Ve o zaman yönetmene yeteneğinden ve sadakatinden dolayı saygı duyuyorsunuz. Yetersiz gördükleriniz, mesela kostümler ve yeterli gördüğünüz Solaris'deki istasyon, çok başarılı. Fakat o alıştığımız uzay filmlerindeki robotik düzen yok, dağınık. Yaşama ait ve insani. Bu film, bilimkurgu türündeki tabularınızı kırıyor. Solaris gezegeni zamanla bir kadının şeklini alıyor sanki, evet bir erkeğin dünyasındaki kadının şeklini.



Solaris gezegenindeki yaşam türünün suyla ilişkili kısmı, tümüyle insana dair. Biz de sudan oluşmuyor muyuz? Bir üst sıçrayışla, zihinden veya ruhtan oluşmuyor muyuz? Zihnimizde yarattıklarımız, onlara bir ad bulmak gerek... Filmin ana teması sevgi. Bilim de olsa kurgu da olsa yüzde doksanı sudan ibaret olan insanı irdeliyor.

Kadını anlamak... Anneyle çözülen sır. Ve babaya son sarılış. Solaris'in dünyası. Film boyunca o güzel kadını veya o zihinsel yaşam türünü çözmeye çalışıyorsunuz bu ne istiyor diye... O da bilmiyor ki(?) Siz bilmeden, o kendisi hakkında hiç bir şey bilemez çünkü. Tanrım, buradayım, sor bana kendinle ilgili bilmek istediğin her şeyi, vereyim sana tüm cevapları. Filmin en etkileyici sahnesi, kadının kendi fotoğrafına bakması ve bu kim diye adama sorması. Sensin! Ayna, fotoğraf, kadın ve farklı yaşam biçimi arasında kurulan bağ. Al eline bir fotoğrafını, kim o sen misin, ne sular akmış içinden, git ve aynada karşılaş kendinle, yoo o da sen değilsin, o bir yansıma, sana kim olduğunu birisinin söylemesini bekleyecek misin? Kimlik sorgulaması... Figüran erkek. Erkeğin hayatında kendine bir rol kapmaya çalışan kadın... Sevmek ve acı. Çünkü adam kadını sevdiğini söyleyemiyor. Kadın acı çekiyor. Anne ve baba... Sevginin öğrenildiği iki su noktası.




İzleyici olarak beni çarpan son. Kim kimi tanımaya çalışıyormuş? Solaris gezegenine ait zihinsel yaşam formu sizinle iletişim kurmaya neden çaba harcar? İnsanın karmaşık yapısını çözmeye uğraşır ve 'galiba insana dönüşüyorum' der. Çözülür adam. Kadın çözer karmaşık yapıyı. Herkes özgürdür sevebildiği ve sevgisini gösterebildiği kadar.

4/05/2010

HAYATIN ANLAMI



Filozof İstinyen şeftali bahçesinde hayatın anlamını arıyormuş. Öğrencisi Kindora da hocasıyla beraber şeftali bahçesinde hayatın gizini arıyormuş. Kindora’nın kapı komşusu Tirzian şeftali bahçesinde hayatın tadını arıyormuş. Tirzian’ın babası Kranatos şeftali bahçesinde hayatın güzelliğini arıyormuş. Kranatos’un yakın dostu Pertanusos şeftali bahçesinde hayatın tragedyasını arıyormuş. Pertanusos’un kölesi Sirtonus şeftali bahçesinde hayatın ışıltısını arıyormuş. Sirtonus’un kardeşi Bertakulos da şeftali bahçesinde hayatın derinliğini arıyormuş. Hiç kimseyle bir tanışıklığı olmayan Hertaros da şeftali bahçesine giren hırsızları elindeki sopayla kovalıyormuş.

3/28/2010

ZEHİRLİ MAVİ



İki saat oldu yola çıkalı, k. trenindeyim. İstasyonları severim, trenleri de… Çocukluğumun izlerini taşır raylar. Yeşil düzlüklerde yol almak beni büyüler. O ritmik ses eşliğinde erişilmez zamanın parçasına bölünmek hem de ufalanmadan. Kitap açık kalmış. Vagondan vagona geçenler. Dünyanın her yerinde istasyonlar birbirinin aynısıdır. Tren yolcuları hiç yabancılık çekmezler bu nedenle. Pencere kenarı, akışkan manzara. Öpüşme düşleri asılı dalgın bakışlarımda. Yalnızlığın tarifini veriyorum arkadaşıma. Önce yumurtaları kıracaksın tek tek, ununu, sütünü, yağını, şekerini ilave edip iyice çırpacaksın, sonra kek kalıbına dökeceksin ve 180 derece ısıtılmış fırında üç buçuk ay pişireceksin. İç karartıcı halde servise sunacaksın yalnızlığı. Öpüşmelerden bahsetsen biraz, sevişmelerden? Zamanından önce gideceksin mezarlıklara, gezeceksin. Tren yolculuğu ile mezarlık gezintisi birbirine çok benzer. Kulakların, gözlerin açılır sanki. Duymadıklarını duyar görmediklerini görürsün. Sevişmeler nerede kaldı? Garson! Biz iki kişilik sevişme düşlemiştik ne oldu bizim siparişlerimize? Kitap kapalı. Can sıkar mı satırlar? Anlama özrümü iletin yazar arkadaşıma. Ne anlattın şimdi sen bu kitapta demez miyim, ona bunu sormaz mıyım; nasıl köpürecek içten içe. Anlatsa mı anlatmasa mı? İstasyondaki kırmızı banklarda oturanlar. Trene binen yeni yüzler, trenden inen eski yüzler. Tıpır tıpır ayak sesleri vagonda. Ağırdan kalkış yavaş yavaş hızlanış. Diğer bir istasyona kadar yaşamdan kopuş, töze varış. Trenin o kendine has lisanı. O eski buharlı trenlerin çıkardığı çuf çuf sesi kulaklarıma yabancı. Aşina olduğum ses çıkçık çıkçık çıkçık… Ve ara sıra raylardan gelen o tiz sürtünme sesi. Acaba neresinden öpmemden hoşlanır? Belki öpülmekten hoşlanmıyordur. Ayak parmaklarını emmeme ses çıkarmazdı herhalde, başparmağında dilimi gezdirdikçe içine düştüğü hoşluktan nefesi tutulurdu ay misali. Geri dönülmez bir mesafe aldım, gitgide içimdeki noktadan uzaklaştım. Bu gariplik hissi geçici bir şey değil ki. İnsan kendine ebediyen yabancı kalabilir mi? Mavi bir gölge seyirdi geçti. Ne yapmaktan hoşlanırsın? Yüzmekten mi? Güzel. Yüzelim. Belki kumsalda bir ceset buluruz. Korkma canım, şu iri denizanalarından bahsediyorum ceset dediğim onlardan, zehirli mavilerden biri. Beyinleri olmadığı için mi deniz onların kaygan bedenlerini ruhunda tutmak istemez? Ölüleri kıyıya vurur. Hayatın kıyısındaysan ölmüşsün demek. Ölümün kendisi olmuşsun haberin yok. Kumsalda oturup bira içelim mi? Güneş batmadan önce. Ufuk çizgisi. Balıkçı teknelerinin motor sesleri pat pat pat pat... Düz, kımıltısız, uysal deniz. Kızıl mavi yansımalar. Tam sevilecek durgunlukta zaman. Nazlı, minicik dalgalar. Bana yüzünü dön. Gülümse. Şimdi seni öpebilirim işte, dudaklarından, tam şimdi, gündüzden geceye geçmeden evvel. Bu gözyaşlarının bir anlamı var mı? Ağlama. İnsan, sevdiği onu öpmek istedi diye ağlar mı? Bu kadar! Benden pes, daha fazla bu devrik romanı okuyamayacağım. Olmuyor, her satırın sonunda kayıp düşüyorum, tutunamıyorum, ilerleyemiyorum. Yarım saattir 76. sayfadan 77.’ye geçemedim. Eziyet! Kitaptaki kahraman neden hiçbir şeyden hoşnut değil? Evet, bunu da yazar arkadaşıma soracağım. Hoşnut olmalı mı? Ölüm korkusu taşırmış. Romandaki ana karakter ruh hastası. Hasta adamın yazdığı hasta karakter… Buna kesin alınır. Alınsın. Acı çeksin. Uykuları kaçsın. Belki daha iyi yazar. Ben de cümlelerini çiğnemeden yutmak zorunda kalmam. Romanda bir tek sevişme sahnesi bile yok, kayda değer değil. Yazsa, herkes üzerine alınacak, beni yazmışsın, özelimizdi. Hani sanki tüm sevişmeler birbirinden farklıymış gibi. Anlatılanlardan herkesin kendine bir pay çıkartmasına şaşmamak gerek. Farklı bir sevişme? Trende hiç sevişmedim. Sayfaların sonunu getiremediğim anlarda trende yolcu, kumsalda âşık olduğumu hayal ettim. Kayıtsızca daldığım o düşlere bir yenisini eklemek… Trende sevişmek.

3/21/2010

F 18




Üzerinde bugünün tarihi yazılı ama bilet iki yıl öncesine ait. Cebimdeki biletle sinemanın önündeyim, iki yıl önce seyrettiğim filmin afişleri asılı. Kiminle gitmiştim? Yalnız mı? Filmin konusu neydi? İzlememiş olabilir miyim?

İptal edilen görüşme. Plansız kalan gün. Cebimde bulduğum bilet. Sinemaya girdim. F 18 koltuk numaram. Boş... Oturdum. Işıklar söndü. Filmin ilk sahnesi, sinema biletini kaybeden adamın sevgilisiyle tartışması. Yer göstericinin yanımdaki boş koltuğu aydınlatmasıyla filmden kopuşum: ‘‘F 19 hanımefendi.’’ Kendine çekidüzen verme zorunluluğu. Yerleşme. Kokuyu seçiş. Ayrıştırma. Yan koltuğa oturan kadına karşı oluşan duyarlılık. Kapladığın alanın sınırlarını fark ediş; bir koltuk mesafesi. Filme geri dalış.

Bakma. Yakınlaşma. Nefese dikkat kesiliş. Kulağıma doğru eğiliş. Güçlü bir fısıltı, ok misali: ‘‘Geleceğini hiç sanmıyordum.’’ Bir salise boyunda bir saat genişliğinde donuş. Renkli gölgelerle aydınlanan yüzler. Karanlık. Gölgeler. Karanlık. Yer göstericinin beni işaret eden ışığıyla aydınlanışım: ‘‘Beyefendi, F 18.’’

3/17/2010

SON ARZU

''İnsan, meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi ölümü kendi içinde taşımaktadır.'' Rilke





''Yarın ölecekmiş gibi yaşa'' cümlesinin ardına gizlenmiştir son arzu. Bu cümlenin büyüsüne kapılmayın sakın. Çünkü ölüm ve son arzu birbirini mıknatıs gibi çeker.

Önce bir düşün içinde düşünün kendinizi. Bu düş, yarın öleceğinizi bildiğiniz bir düş olsun. Yarın öleceksiniz, bugün ne yapardınız? Sokağa fırlar bütün gün gezer miydiniz dostlarınızla vedalaşarak? Her şeyden çok sevdiğiniz adamla veya kadınla arzularınızı son damlasına kadar tüketir miydiniz yarına hiç bir şey bırakmadan? Ya da banka mı soyardınız? Fakirliğinizi unuttururdu bu belki size ölmeden önce. Ya da silahınızı kapıp sizi üzüntülere, acılara boğan insanı alnından vurur muydunuz? Ya da derin bir uyku çekerdiniz, hayatın size tattırmadığı huzuru bulmak son arzunuzdur çünkü. Size garip bir rastlantıdan bahsetmek için anlattım bunları. Yazının en başında belirttim ya son arzu ile ölüm birbirlerini daima çekmişlerdir. Son arzuya kapılır insan ne de olsa yarın ölecektir, garip bir biçimde sezilir bu. İnsan her şeyi bilir de ne zaman öleceğini bilmez mi? Elbette bilir... Bu sezi, nedensiz yere ortaya çıkan bir hız tutkusudur kimi zaman; ayağınız gaza bastıkça basar, son arzunuzdur bu, ne de olsa yarın sizin için yoktur. Sonra otomobiliniz takla atar, ne önemi var ki, ne de olsa yarın burada yoksunuz. Garip değil mi? En son arzu sizi yemek masasında yakalar. Tüm zevklerin en yücesi, en kutsalıdır iştahın verdiği haz. Ballı kaymakları, kızarmış börekleri, dilberdudaklarını, kırk çeşit kebabı bir akşam yemeğine sığdırırsınız, tıpkı yarın ölecekmiş gibi yersiniz. Hatta arkanızdan şöyle derler ''ne zorun vardı kardeşim bu kadar çok yedin ya da ah kızım neden bu kadar hızlı sürüyordun otomobili?'' Onlar bilmezler tabii yarın öleceğinizi, ama siz bilirsiniz ayrılık vaktinin geldiğini.

Son arzuya yönelik başka bir tespit daha, bu bana daima çok ilginç gelmiştir. İnsanlar genelde ölümle ilgili düşüncelerini yazmazlar, bunu hayal bile etmezler. Fakat yazarlarda bu hayaller ve düşünceler bariz bir biçimde görülür çünkü okunabilir. Ölüm hayatın bir gerçeğidir, romanlar da gerçeğin bir aynasıdır. Romanlarda seçilen ölümlerle paralellik taşır yazarların sonları. Mesela Virginia Woolf, Hemingway, Kafka... Hemingway av tutkunuydu, İhtiyar Balıkçı ya da diğer tüm avcılar gibi... Hemingway'in son avı maalesef kendisiydi. Tüfeğini temizlerken ateş mi almıştı, yoksa bilerek ve isteyerek kendi canına mı kıymıştı bir muamma olarak kaldı. Kafka da böceğe dönüşen roman karakteri Gregor gibi kendini açlığa mahkûm ederek veremin, Azrail'in, ölümün işini kolaylaştırmıştı. Gregor'un başına gelenlerden farksız değildi Kafka'nın hayatının son günleri; kimse onun acısını yürekten duymamıştı, iğrenç bir yaratıktı, insan değildi, ölmeyi, unutulmayı, sevgisizliği kendice hak ediyordu. Ne ilginç, Kafka'nın günlüklerinde ''sabaha kadar uyuyamadım ve ara ara kan kustum'' cümlelerini okurken Gregor'a duyulan yabancılaşmanın aynısı oluşuyordu ve yazara karşı bir gram acıma, ufak bir sızı dahi uyandırmıyordu kalpte. Sadece günden güne dönüşümü izliyordunuz, üzülmeden, gözleriniz yaşarmadan. Hiç almadığı bir şeyi yazardan almayı beklemek haksızlık olurdu. Virginia Woolf da acı çekmekten yorgun düşmüş ve umutsuzluktan tükenmiş bedenini ırmağın serin sularına bırakmıştı. Mrs. Dalloway'deki Septimus karakteri pencereden atlayıp intihar etmişti. İntihar bir tür seçimdir, bir tür ölüm şeklidir. Son arzu özenle işlenmiştir kitaplara, kadere ışık tutarcasına. İlginç bir ölüm daha geldi aklıma. Necip Fazıl Kısakürek'in ölümü. İnsan doğduğu gün ölür mü? Bunu bilebilir mi? Kendisini buna hazırlayabilir mi? Oğlunun anlattığına göre doğum gününde öleceğini bilmiş Necip Fazıl. Hazırlatmış özenle her şeyi, ölümü iyi, kendince karşılamak için. Misafirin gelişini görmek istercesine pencere kenarında beklemiş. Ve ölüm kapının eşiğinden geçmeden söz verdiği gibi kimseye de görünmeden pencereden girmiş ve alıp götürmüş şairi.

3/10/2010

YAZARIN RÜYASINDAKİ TANRI



''Sen gözlerimdeki ışıksın. Görmelisin beni aynalarda. Gizlenmiş iki ruh var orada, gözlerinde. Anlatır sana tüm sırları inan. Ve söze gerek kalmaz, tüm aldatmacaların dışına taşarım. Gözbebeğim. Ruhum. Gerçeğim. Duygularının yataklarında tanrı uyur, eğer onu uyandırırsan uyanırsın.''

Bu satırları yazdım ve kendimi yatağa atıp uykuya daldım. Rüyamda tanrı bir çocuktu veya köpekti ya da her ikisiydi. Sadık ve saf... Çocuk ya da köpek plajda oyun oynuyordu, sonra ortadan kayboldu. Telaşlandık haliyle. Çocuğun annesiyle ya da köpeğin sahibiyle onu aramaya koyulduk. Tanrının plajda kaybolduğu noktadan başka bir yere geçtik. Aradık. Evlerin kapılarını çaldık. Annelere, altı yaşında bir erkek çocuğu gördünüz mü diye sorduk. Kayıp köpeğin izini de sokaktaki insanlara onu tarif ederek sürdük. Ve sonra çocuğu başka bir düşün içersine gizlenmişken bulduk. Parlak, ışıltılı, altın renginde bir düştü bu. Duvarları şeffaftı. Odadaki eşyalar çok değerliydi, özeldi ama işlevsizdi. Düşün içinde tek başınaydı çocuk. Neden bir anda ortadan yok olduğunu sorduk. Bize şu cevabı verdi: ‘‘Tanrı görünmezdir.’’ Ve o zaman anladık ki plajda kaybolan tanrı çocuk değil köpekmiş.

3/07/2010

HEROSTRATOS



Efes’in beyaz sütunları arasında Herostratos aylak aylak dolaşırmış. Tanrılara inanmazmış bu genç, masallara burun kıvırırmış, verilen öğütlere kulak tıkarmış. Akıllıymış, sözleri keskinmiş. Bir gün tanrılar Herostratos’a bir oyun oynamaya karar vermişler. Kimsenin lafına kulak asmayacağını bildiklerinden, yazmışlar bir sütun başlığına ölümsüz bir söz. Okumuş Herostratos sözü ve dört geceyi uykusuz geçirmiş. Beşinci gün Maristanos adlı filozofa akıl danışmış. Genci dinlemiş ilgiyle ama Maristanos tanrıların dilinden anlamazmış. Filozof Maristanos da o günden sonra geceleri uyuyamamış. Efesli delikanlı yedinci geceyi de uykusuz geçirmiş. Ailesi ve arkadaşları endişe eder olmuşlar onun sayıklamalarından, sürekli aynı kelimeleri ağzında gevelemesinden. Tanrılar, Herostratos’un kendilerine yalvarıp dua etmesini dört gözle beklerken genç direniyormuş; tanrılara sığınmak aklının ucundan bile geçmiyormuş. Dokuzuncu gece Herostratos’u uyku tanrısı Hypnos ziyarete gelmiş. Delikanlı ayakta uyuyormuş, ama hâlâ bir şeyler geveliyormuş ağzında, sonsuz döngü gücünde bir söz. Düş tanrısı Oizys oyundan haberdar olduğundan hiç ilişmemiş Herostratos’a. Zavallı ayakta uyuduğu halde rüya göremiyormuş. 11. gece ateşler içersinde yanan Artemis tapınağını söndürmeye koşmuş Efesliler. Herostratos delirmiş gibi ortalıklarda dolaşıyormuş, ben yaktım, bendim diye. Büyümeden söndürmüşler yangını. Delikanlı, tanınmak, tarihe geçmek için yaktım tapınağı demiş. Annesi dışında herkes inanmış ona. Tanrılar bile inanmış Herostratos’a, hatta o malum sütundaki sözün altına ismini yazmışlar ve Efesli genç tarihe geçmiş.

M.Ö. 356 yılının 20 Temmuz gecesindeki yangından sonra filozof Maristanos’u bir daha gören kimse olmamış, yer yarılmış içine düşmüş sanki. Çünkü o, tanrılara inanırmış.

3/01/2010

Aşk-ı Mevzuu ile Bir Garip Leke

25 Mayıs 1876 Perşembe, öğleden sonra üç suları Üsküdar

Boşuna üzmeyin efendim kendinizi, bakın geliyor işte, geliyor efendim. Yalnız, maalesef öyle, hayır arkasında kimse yok, yalnız efendim, bahçe kapısından şimdi içeri girdi. Peki efendim, hemen kapıyı açıyorum.

Ekrem Ziya Paşa sizinle önemli bir mevzuu hakkında konuşacaklarmış efendim. Buyurun Osman Hamdi Bey sizi bekliyor.

Hangi cüretle! Yazık size! Bir de utanmadan evime kadar geliyorsunuz. Bu yüzsüzlük, evet yüzsüzlük başka bir şey değil. Anlatmayın anlatmayın. Yalan dolanla işim olmaz benim. Durun bir dakika! Belki… Hayır! Bu sizin yaptığınız bağışlanamaz. İzah mı? Namuslu adam bunu yapmaz efendim yapmaz. Gitmeyin, durun bir dakika bekleyin. Belki… Olmaz mı olmaz ama ya olursa? Bir teklifim var. Nalân Hanım. Evet, ablanız Nalân Hanım. Acaba diyorum… Anlayın işte. Hem suçlusunuz hem de kızgın, öfkelenmeyin efendim. Ahlaksızlık mı? Ben, kapıda kalmış ablanızın iyiliğini düşünmüştüm... Sizin hepten gözünüz dönmüş. Bakın, diyorum ki ablanıza bir çıtlatsanız. Tamam, sizin için umut olmayabilir, ama o garibin suçu ne? Birbirimize hakaret ederek bir yere varamayız efendim varamayız. Bir konuşsanız, gönlünü çelseniz diyorum, belki o zaman sizin üzerinizdeki leke de siliniverir, bakarsınız eskisinden de güzel günler sizin olur. Ne diyorsunuz, kabul ediyor musunuz? Cevap verin, kabul ediyor musunuz?

2/28/2010

Çöldeki Yabancı


Kita çölünün kızıl kum tepelerinde ilerleyen yabancı geceye kalmadan kendine sığınacak bir yer arıyordu. Ölüler vadisindeki bir köyden bahsedildiğini duymuştu, eğer oraya varabilirse geceyi rahat geçirebilirdi. Vadiyi seçebildi uzaktan. Bir saatlik yürüyüşten sonra köye ulaştı. Uzun zaman önce terk edilmişti burası. Kum ve rüzgâr sahiplenmişti köyü; kendi aralarında bir tür oyun oynuyorlardı. Kum, evlerin duvarlarına yaslanıp gözlerini yumuyordu, rüzgâr onu saklandığı yerde buluyordu. Sonra aralarında bir kovalamaca başlıyordu. Yıkık dökük taş evlerin arasında tiz bir ıslık sesi geziyordu ve onu, peşi sıra dolanan bir kum sürüsü izliyordu. Besbelli âşıktı kum rüzgâra… Köye gelen yabancının varlığını nihayet birisi hissetti. Uysal, ehlileşmiş, yumuşacık bir ses ‘Haritasu sen misin?’ dedi. Yabancı, sesin sahibini hemen tanıdı. ‘Baba?’

2/18/2010

Söz

Göz kapaklarımda saatleri sayan kalabalık. Avına doğru uçan kör baykuşlar kadar sessiz dertler. An ve an genişleyen çatlaktan sızan düş. Donmuş! Zihnimin hiç varolmayan yakası. Yakılmış umutların külleri uçuşur kitaptan kitaba. Eksilen her damlada büyür acı. Uzaktan içe dokunuşlar. Dün, erimiş şeker gibi suda. Ve bugün, sarkaç kadar hipnotize. Yarın ise, iyi ile kötünün savaşından nasibini alacak. Okunmamış masallar ve kitaplar bekleyin yarını, yarın size geleceğim. Halesiz melekler çevirecek sayfalarınızı söz. Kokusunu yitirmiş, dokusuz, gergin, yaşanmayan an; yaşam. Usu anmayan zaman. Suskun kalabalık. Kayaların altında kalmış dağ. Sulara gömülmüş okyanus. Kuma boğulmuş çöl. Söze dönüşmüş nefes. Suskunluk. Keşfedildi harf, çözüldü ipler, bağlandı gözler. Kanatlarını iyi yana açtı. Süzüldü bakıştan bakışa. Bekleyin masallar, bekleyin okunmamış kitaplar yarın sizinle sevişeceğim. Halesiz melekler öpecek her bir satırınızı söz.