9/25/2011

seni son yaprağına kadar...





Elinden düşürmediği kitap, çizgiler, renkli notçuklar; unutulmaması gereken bir dünyaya hizmet eder günlerin dirheminden gün sayarak. Kapı eşiğini kendine yuva yapmış karıncalar misali satırlar. Bir sağa bir sola giden kalemin saatten ne farkı var? Dudakları kurumuş. Uzunca bir vakit susmuş, düşünmüş. Notçuklar. En çok garipsediği de not defterlerine yazdıklarıyla karşılaştığı anlar. Onlar, başka bir aklın ürünleri gibi parıldar. Neden, hangi sebepten yazılmıştırlar hatırlamaz. Çalışma masasının üzerindeki kitaplar küçük bir oyun oynar. Oyunun adı, en üste duran sobe. En altta duran ebe. Ortadakiler, onlar saklananlar. Elinden düşürmediği kitap bitti, ortasında ayraç olmayanlar kervanına katıldı. Nasıl bir anlaşmadır o, el ele gece yarısında. Seni son yaprağına kadar evine bırakayım, kapıdan içeri girdiğini göreyim. Son sayfa. Bitti. Benimle misin der yazar, hala orda bir yerlerde misin, okumasan da seni sevdiğimi bilir misin

9/24/2011

Kitabeden Hitabeye






Tüm derdi öyküsünü bir kayanın üzerine yazmak. Hem de çivi yazısıyla.


Ah ah siz nereden bileceksiniz bizim zamanımızda kalem yoktu, ne vardı? Çivi! Çok severim çivileri, ne mürekkep akıtır, ne akar ne kokar, tek kusuru adamın belini büker, işaret parmağını yer o kadar. Kulaklardan da o ses hiç silinmez tak tak tak tik tak… Gece yatağında gözlerini yumdun mu hemen başlar tat tik tak tak… Son günlerde pek bir popüler olan kil tabletler ortaya çıktı. Hızlı hızlı yazıyorsun, hata yaptığında parmak devreye giriyor, hafif bir ovalamayla hoop yanlışlık gidiyor. Çivi yazısı emektir emek, tembel işi kil tabletler, ticari. Kil tabletlerde şu kadar katır, bu kadar tahıl, şu kadar koyun yazar. Oysa tüm taş kitabeler masallardan, destanlardan, krallardan, savaşlardan bahseder.

Önce kendine bir taş bulacaksın, kitabe için uygun olacak, yüzeyini zımparalayacaksın, günlerce başında yatıp kalkacaksın, terini akıtacaksın, her harfi aynı derinlikte, genişlik ve boyda çenteceksin, hata vermeyeceksin. Neymiş kil tablet! Taş kitabe gibisi var mı? Çivi yazısından başka yazıya yazı demem ben beyler.

9/22/2011

Müslüman Sanat Anlayışı

Sanat ve sanat anlayışımızla alakalı derin düşüncelere dalmışken 2000 yılının şubat ayında bir restorandın üç büyük sütununa rölyef çalışmıştım zihnimin ekranında onlar beliriverdi. Sanat bizde mahremdir, galerilerle, müzelerle kısırdır. Öyle evlerde pek resme heykele rastlayamazsınız, güzel sanatlar eğitimi almış olanlar dışında diyeceğim amma peç çok ressam arkadaşımda da görmedim; kendi resim çalışmaları varsa onlar durur bir köşede, başkasının resmini asmaya yeltenmezler hiç. Kendine Müslüman sanat anlayışı hâlâ hâkimdir.

Açıkçası sırf para kazanmak için yaptığım, üzerinde de pek düşünmediğim bir işti sütunları süslemek. Ne yaptığımı bile unutmuştum. O kadarki fotoğraflamamıştım bile. On yıl sonra bir gün o tarafa yolum düştü. Orası restoran olmadan önce bankaydı. Yüksek tavanlı, etrafı camla kaplı, ferah bir mekân. Gayri ihtiyari onca yıl geçtikten sonra sökülmüş, yıkılmış, üzerine de güzel bir boya atmışlardır sütunlara diye düşünüyordum. Çok soyut, dokulu bir çalışmaydı, ama renkler güçlüydü. Bir anda gözlerin kendi yaptığım sütunlarla doldu. On yıl mı, dün yapılmış gibiydiler, ışık saçıyorlardı. İşin komik yanı restoranın yerini erkek kuaförü almıştı. Sütunlara on yıl boyunca hiç kimse el sürmemiş. Demek ki hayatın içine sanatı akıttığınız zaman insanlar sahip çıkabiliyorlarmış. Çok hoş. Zaten benim en büyük gayem mahalle ressamlarımızla, mahalle heykeltıraşlarımızın olması, resmi devlet memuru olarak, maaşlı. Sanat yapmak için steril yerler aramak neden? Neyse güldüm tabii ki kuaför salonu olmuş mekân. Sonra düşündüm, neden bu kadar sahip çıkılmış olabilir diye. Zemin olarak sarı hâkim, tavanla bitişim yerinde kıpkırmızı bir yarım daire vardı; Galatasaray. Diğer sütunda ise yine sarı zemin üstüne mavi büyük bir üçgen yer almakta; Fenerbahçe. Hiç düşünmemiştim. Ama mekânın yeni işletmecisi erkek kuaförü olunca düşündüm dolayısıyla. Renklerin anlamları çekmiş olabilir mi diye içimden geçirdim. Tabii ben bunu hiç aklıma getirmemiştim, ne yapacağımı bile tasarlamamıştım sütunlarda çalışırken, Allah ne verdiyse... Sonra dedim ki, şimdi bu sütunlar on yıl boyunca korundu, bir 90 yıl daha niye durmasın… Kök boya kullandığım için bir gram bile solmamış renkler, yüz yıl daha idare eder bina yıkılmadığı sürece. Çok garip ama o sütunları boyarken on yıl orada kalabileceklerini hiç aklımdan geçirmemiştim. Ama dışarıdan bakınca bina bir sanat galerisini de andırmıyor değil hani, dikkat çekiyor. Tasarlamadığım şeylerin güçlenip büyümesi tuhaf, alışılmadık geliyor bana. Galiba sanat böyle bir şey, yaratıcısından çıkıp kamu malı olan ve gönüllü korunan, göstermekten zevk duyulan... Hıh işte yaratıcısından bağımsız bir kadere sahip olan. Çocuklarımız gibi… Yaratıyorsun, bırakıyorsun ve kendine ait bir kaderi oluyor keratanın. Tabii ilk yaratım anı, enerjisi önemli. Nerede, nasıl, malzeme… Hem de en çağdaş formda, soyut! Aman Allahım hâlâ duruyorlar, on yıl…

9/20/2011

Belinski

Eleştirmen deyince ilk olarak Belinski aklıma gelir Dostoyevski kaynaklı olarak. ‘İnsancıkları’ 18 yaşında yazmış genç yeteneğin Rus ve dünya edebiyatına gelişinin müjdesini o verdi. İyi bir eleştirmen Belinski. Fakat nedense bir soru işareti bırakmıştır hafızalarda. ‘İnsancıkları’ beğenmesi, yeni yazarı övmesi ve arkasından gelen Beyaz Geceler’de aynı takdiri Dostoyevski’nin Belinski’den alamaması. Eleştirmenin eleştirisini yapalım. ‘İnsancıklar’ tarz ve üslup olarak oldukça farklıdır, mektuplaşmalarla gelişir olaylar, sıradan bir kurgu barındırmaz. Ve Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan en belirgin özelliklerden gizem hakimdir. Genç kadın ile adam arasındaki diyalogun aslı çözülemez. Burna garip bir koku gelir, nedir bu iki insanı bu kadar birbirine yakın olmaya iten. Çaresizlik? Belki bir nedeni yoktur, canları öyle istediği içindir. Ya da kimsecikleri yoktur şu dünyada ipince bir ipe tutunmaya çalışırlar dostanece. Rus halkının biricik gerçeği… Gelelim Beyaz Geceler’e, bu romanı okuduğumda baştan sonra bir dejavu etkisi yaratmıştı bende, tüm hikâye tanıdıktı. Belki de filmini bir şekilde izlemiş olabilirim ve de unutmuş. Her neyse, Beyaz Geceler Dostoyevski’ye değil Fyodor’a aittir. Yazar kendini yazmıştır. Garip bir öyküdür, gizemli değil. Hatta saçma ama hayatın içinden, genç bir adamın hayata, aşka tutunma beceriksizliğini anlatır. Belinski’nin neden beğenmediği açıktır, çapı dardır. Çünkü gerçek anlamda Dostoyevski’nin geniş açılım perdesine sahip değildir Beyaz Geceler. Eleştiriler bu yöndedir temelinde, fakat genç Dostoyevski aradığını bulamadığını düşünüp bunalıma girmiştir, çünkü kişisel algılamış ve toylukla karşılamış, alınmıştır...

Belinski iyi bir eleştirmen örneği. İyi yazarsanız iyisinizdir, kötü yazarsanız kötüsünüzdür. Böyle keskin bir çizgi yoktur. İyi idik şimdi neden kötü olduk der sonra yazar. Eleştirilere farklı çaplardan bakmak lazım. Açılımlarını net bir biçimde yazara da okura da aktarmak. Nokta vuruşu önemli. Belinski Dostoyevski’ye yolunu açmış, eseri eleştirmiş ve sonra yeni eseri de eleştirmiş. Sonuç olarak eleştiriye layık bulunmak da önemli adımdır yazar ve eser için. İşte bizim de böyle eleştirmenlere ihtiyacımız var. Ne yediğini bilen ve bunu söyleyen. Eleştiriyi kitap ve yazar, okuyucu üçlemesinden ziyade edebi yönden değerlendiren. Bu çok şey katar hem yazara, hem de okuyucuya. Bazen polemik yaratacak eleştiriler yapmak da yeni bir kapı açar zihinlerde, eleştirmen yorumları sayesinde eser hakkında birçok kişinin gerçek ve samimi fikirlerini iletmesini de teşvik eder ve bir tartışma platformu oluşturur. Ayrıca yazarın açık bir biçimde dile getirmediği şeyleri ortaya döker. Yeni bir bakış açısı, algı boyutu yaratarak eser ve yazar hakkında görüşlerimizi sığlıktan kurtarır. Hâlâ kitap tanıtımı, okunan kitap hakkında yapılan yorumlar eleştiri olarak görülüyor bizim ülkemizde. Eleştiri hem tokatlayan hem de yükselten, okşayan, edebiyatın gelişmesini sağlayan bir daldır. Bir eserin konuşulması, tartışılması çok yönlü bakış açısı elde edilmesine vesile olur ve entelektüel gelişimi destekler. Silkeler. Düşündürür.


Belinski’nin eleştrisel yaklaşımını daha iyi kavramak için Gogol’e yazdığı mektuba bir bakın…

Belinski’nin Gogol’a yazdığı mektubundan alıntılar:

“Siz o güzel uzaklığınızda Rusya’ya tümüyle yabancı kalarak kendi içinizde, kendi dünyanızda ya da sizinle aynı kafadaki insanların çevresinde tekdüzelik içinde yaşıyorsunuz. Bu bakımdan şunun farkında değilsiniz: Rusya, kurtuluşunu mistisizmde, asketizmde, pietizmde değil, uygarlığın ilerlemesinde, eğitimde, insanseverlikte görüyor. Ona gerekli olan şey, vaazlar değil (yeterince vaaz dinledi!), dualar değil(çok dua yineledi bunca zamandır!); ona gerekli olan şey yüzyıllardır çamurlar, gübreler içinde yitip gitmiş olan insan onurunun uyandırılmasıdır. Ona gerekli olan şey, kilise öğretisiyle değil, sağduyu ve hakbilirlikle uyum içinde olan hukukun ve yasaların uyandırılması ve bunların olabildiğince katı bir biçimde uygulanmasıdır. Rusya’da bugün bunlar yok. Bunların yerine korkunç başka şeyler var. Ülkemizde insanlar insan alıp satıyor, yani insan ticareti yapıyorlar. Bunu yaparken de Amerika’nın büyük tarımsal işletme sahiplerinin, zencilerin insan olmadığı şeklindeki kurnaz gerekçelerine benzer bir gerekçe ile öne sürmeye gerek görmüyorlar. Ülkemizde insanlar kendi adlarıyla değil, Vanka, Styoşka, Vaska, Palaşka gibi takma adlarla anılıyorlar ve nihayet ülkemizde, kişilik hakları, onurun ve mülkiyetin güvencesi şurada dursun, doğru dürüst bir polis düzeni bile bulunmuyor. Bunun yerine, yalnızca, resmi hırsız ve soyguncuların oluşturdukları büyük şirketler görülüyor. Rusya’nın bugün en can alıcı, en güncel, en ulusal sorunları: köleliğin kaldırılması, cezaların kaldırılması ve hiç değilse var olan yasaların elden geldiğince eksiksiz biçimde uygulanmasının sağlanmasıdır. Oysa bu sırada, derin bir gerçekçilik ve olağanüstü bir sanatsallıkla Rusya’nın bilinçlenmesine müthiş bir şekilde katkısı olmuş, Rusya’ya kendini adeta aynada görme imkânını sağlamış yüce yazarımız ne yapıyor? Barbar toprak ağalarına, “pis suratlı” köylülerin iliklerini ve kanlarını daha çok sömürmesini İsa ve kilise adına öğütleyen bir kitap yazıyor!... Sonra da benden böyle bir şeye öfkelenmememi bekliyor. Canıma kastetmiş olsaydınız bile size duyacağım kin ve öfke, bu utanç verici kitabınızdan dolayı duyacağım öfkeden daha büyük olamazdı... Ve siz, böylesi görüşlerle dolu kitabınızın, çileli bir içsel hesaplaşmanın ve yüce bir ruhsal aydınlanmanın sonucu olarak ortaya çıktığının kabulünü istiyorsunuz! Olamaz! Siz ya hastasınız ve derhal tedavi edilmeniz gerek, ya da... Bu “ya da”yı söylemeye cesaret bile edemiyorum..... Kamçı vaizliği, cehalet havariliği, irtica şövalyeliği, aydınlanma düşmanlığı, baskı ve şiddet yöntemlerinin övgücü başlığı... Ne yapıyorsunuz siz? Nerde durduğunuza bir bakın: uçurumun kıyısındasınız! “Müfettiş” ve “Ölü Canlar” ın yazarı olan siz, şu iğrenç Rus ruhban sınıfını, Katolik ruhban sınıfıyla karşılaştırılamayacak ölçüde üstün bulup bu kepaze insanlar için övgüler düzerken içten olabilir misiniz? Diyelim ki, Katolik din adamlarının bir zamanlar hiç değilse bir şeyler yaptıklarını, bizimkilerinse dünyevî iktidarın uşağı ve kölesi olmaktan başka hiçbir şey yapmadıklarını bilmiyorsunuz; iyi ama Rus halkının din adamlarından nefret ettiğini de bilmiyor musunuz? Size göre, halkımız şu edepsiz fıkraları kimin için anlatıyor? Papazlar, onların karıları, kızları, hatta uşakları için değil mi? Madrabaz, et kafa, cennet öküzü... sözlerini kimin için çıkarmıştır bu halk? Papazlar için değil mi? Rusya’da pisboğazlık, pintilik, yaltaklık, yüzsüzlük denilince bir tek papazlar akla gelmez mi? Ve şimdi siz bütün bunları bilmiyorsunuz öyle mi? Garip doğrusu! Size göre Rus halkı dünyanın en dindar halkı. Katmerli bir yalan bu! Dindarlığın temelini pietizm, aşırı saygı ve tanrı korkusu oluşturur. Rus insanı, tanrının adını kıçını kaşıyarak anar. Suzdal’lı kilise ressamlarının ağzıyla konuşur bizim insanımız: “Olursa, tanrı beğensin, olmazsa, bilmem nereme kadar!...” Dikkatlice baktığınızda siz de göreceksiniz: doğal olarak ateisttir bu halk. Evet, pek çok kör inancı vardır, ama dinsellik dediniz miydi zerresini bulamazsınız. Kör inançlar, uygarlık alanında kazanılan başarılarla yok olur gider... Savunduğunuz düşüncelerin tümü Buraçok ve kardeşi tarafından ellenmemiş konu bırakıncaya dek işlendi, sakız gibi çiğnenip durdu. Onlar, sizin savunduğunuz bu öğretiyi çok daha canlı ve tutarlı biçimde savundular ve işi büyük bir cesaretle sonuna dek götürdüler. Öylesine ki, her şeyi Bizans tanrılarına verdiler ve şeytana bir şey bırakmadılar. Oysa siz ne yârdan, ne serden geçiyor ve çelişkiye düşüyorsunuz. Sözgelimi tutarlı olmak dürüstlülüğünü gösterdiniz mi, Puşkin’i, edebiyatı, tiyatroyu savunuyorsunuz. Hâlbuki bunlar, sizin anlayışınıza göre ruhun kurtuluşuna katkıda bulunmaktan çok, onu yıkıma götürecek şeylerdir. Gogol’le Buraçok’un aynı kafa yapısına sahip oldukları gibi bir düşünceyi kimin aklı alabilir? Rus insanının gözünde aşırı yüksek bir yer edindiğiniz için, şimdi hararetle savunduğunuz düşüncelerinizde samimi olduğunuza insanlarımızın inanması çok zor. Aptallara doğal gelen şey, bir dâhiye de öyle gelmez. Rus halkıyla yöneticileri arasındaki derin sevgi ve muhabbet bağlarına ilişkin övgüleriniz üzerinde uzun boylu duracak değilim. Şu var ki, bu övgüleriniz, başka bakımlardan size yakın olan insanlarca bile onaylanmadı ve sizi onların bile gözünden düşürdü. Benim kanaatimi soracak olursanız, tanrısal güzelliğini doyasıya seyretmeniz için başımızdaki Çarlık yönetiminin yaptıklarını vicdanınıza havale ediyorum (size huzur vereceği ve çıkar saplayacağı söyleniyor bunun); yalnız o güzel uzaklığınızdan seyrederken gene de ihtiyatı elden bırakmayın: çarlık yakından ne pek öyle güzeldir, ne de tehlikesiz. (....) Ve işte, size bu mektubun son sözleri: kibirli bir boyuneğişle gerçekten yüce yapıtlarınızı yadsıyarak nasıl başınıza büyük bir dert açtıysanız, şimdi de içtenlikli bir boyuneğişle son kitabınızı yadsımalı ve eski yapıtlarınıza benzer yeni yapıtlar yayınlayarak bu ağır günahınızın kefaretini ödemelisiniz.”


İşte eleştiri böyle yapılır.

9/19/2011

Zambak Ağacı





Bahçedeki seslere ilişen kadın. İpekten kadifeye derin içten dokunuş. Eteğinde gezinen zaman elçisi. Mavi gökyüzü. Yeşil çimenler. Adam soruyor ‘kadife mi giyersiniz’ kadının kirpiklerinde şimdi zaman. ‘Sadece kışın kadife giyerim’ dudaklar gülümsüyor. Hiçbir şey tesadüf değil. Hiç ve bir. Zambak ağacı. Ve o restoran. Masaların örtüleri beyaz. Zambaklar da beyaz. Zaman şimdi nerede durmakta? En son dudaklardaydı. Garson tabakları yerleştiriyor masaya. Zaman yıldız şimdi gözlerini kaplayan. Kestaneli pilav enfes. Kırmızı şarap buruk, kekremsi. Çatalda tutsak, sonu belli, az pişmiş biftek, parçacık. Parçacık bütünü sindirmeye yeter mi? Kadın cevaplıyor ‘Yetmez’ Adam: ‘Parça parça bütünü sindirebilir zaman’ Kadın: ‘Yetmez’ Adam: ‘Anlar bütünüdür yaşam’ Kadın: ‘Bütün diye bir şey, bana bütün nedir anlatabilir misin, çünkü her şey parçacık, kendilik içersinde, sen ve ben gibi, kendi bilincinde, kendi varoluş bilgisinde ve bütün yok.’ Adam: ‘Sana yetmeyen ne?’ Kadın:‘Yetmez, egede bir koy suların usulca sokulduğu. Zaman şimdi kahvenin dumanında tütmekte. Fıstıklı lokum da bir parça, bütünden bir parça, şimdi varlıktan yokluğa geçişte, kahveyle bütünleşmiş, zaman çarkında erimiş, benleşmiş.’ Adam: 'Afiyet bal şeker ol.'

9/17/2011

ATMOSFER



Orhan Pamuk ve Murathan Mungan
Atmosfer Yaratmak ya da Yaratamamak
Yazar adaylarına Yazarlık sırları



TRT TÜRK’te Açık Şehir programına konuk olan Orhan Pamuk yazarlık sırlarını paylaştı. Murat Gülsoy ve Semih Gümüş çok iyi ağırladılar yazarımızı, zaman su gibi aktı. Çok keyifli bir sohbet ve özellikle yazar adayları için yararlı bir program oldu. Yazmak bir bakıma bitmeyen serüven ve arayış. Bu nedenle adaylardan çok yazarlar da dikkatle dinlemiş olabilirler Pamuk’un sırlarını.

Orhan Pamuk, benim daha önce belirttiğim çok önemli bir şeyin altını çizdi konuşmasında. Atmosfer yaratmak. Romancının kendine has hipnotik boyut yaratma gücü. O duvarların ardına giren okuyucu dış dünyayla bağlantısını yitirmeli. Orhan Pamuk ve romancıların en iyi yaptığı şeydir atmosfer yaratmak. Romanın yazım aşamasında yazarı en çok kasan da budur; atmosfere sadık kalmak, başka boyutlara, diyarlara savrulmamak. Okuyucu, sürükleyici bir kitabı birkaç günde okuyup bitirir. Peki o kitap ne kadar zamanda yazılmıştır altı ay, iki yıl, belki de on yıl? Biz iki yıl önceki gibi miyiz? Geçen zaman zarfında değişik ve yeni pek çok şey denenmiş, yenilmiş, içilmiş ve tadılmıştır. Aylar, yıllar süresince yazar romanına yeni sayfalar eklediğinde, o atmosfere bürünmesi gerekir. Bu da doğum kadar bazen sancılı olabilir. Bu yüzden bazı romancılar öykücüleri kıskanır. Öykü bir yudumdur, romansa tabağıyla, salon adabıyla, çatalı, bıçağı, başlangıcı, ara sıcakları, ana yemeği, tatlısı ve de sofrada edilen sohbetlerle, o masanın etrafında bir haftayı anlatır belki. Ya da o masada edilen kahvaltıları, cenaze yemeğinden düğüne kadar her şeyi aynı düzlem, zaman ve boyutta gerçekliğini sunmak durumunda kalır okuyucusuna.

Atmosferi olmayan yazarlar. Bunların başında, -daha önce de bunu belirtmiştim- zaten romancı da değil kendisi ki, son kitabıyla da bunu işaret etmiş Murathan Mungan. Çok iyi bir yazar ve şairdir. Şairin Romanıdır. Murathan Mungan kitaplarında belirgin bir atmosferin kırıntılarına hiç rastlamadım. Hatırlamaya çalışıyorum nafile. Aklımda kalan kırıntı kendime dair; Londra metrosundayım, elimde Kaf Dağının Önü, kitabı okuyorum, çok keyif de aldığımı hatırlıyorum, güzel cümleler ama neydi, içinde ne vardı hiç, boş. Okurken müthiş bir zevk, beğeni ve hayranlık duymama karşın, zihnimin imgelerden ve dekorlardan yoksun kalışı... Bu bir yoksunluk değildir. Mesela Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın da romanları o keskin kokudan, derin atmosferden yoksundur. Onlar daha çok fikir adamıdır, okurken sizi düşündürürler, sorgulatırlar. Amaçları sizin duvarlarınız olduğunu hissettirmek ve yeri geldiğinde al bu balyozu ve yık şu duvarları ünlemini metinler boyunca tattırırlar. Ve okuduklarınıza ilişkin sık sık yorum yaparsınız. İnteraktif romancılar, okuyucuyla etkilenişim halindedirler, sorularla baş başa bırakıp uykunuzu kaçırırlar; geçmişe gidersiniz, oradan bugüne gelirsiniz, çevrenizi sorgularsınız, ne değişmiş ne değişmeden kalmış yorumlarsınız, kafa patlatırsınız. Onu bunu düşünürken, kendi anılarınızı bile deşersiniz, çünkü aynı ülkede yaşamak aynı anılara sahip olmaktır.

Jane Austen kendisine has iyi atmosfer yaratan romancılardan. Onun mekânları, insanları sizi içine alır, sanki size ait deneyimler gibi hatırlarsınız, o han odaları, karşılaşmalar, akrabalar, gurur ve önyargı, kısaca bir bilinçaltı deneyimi olur yazarın dünyası sizde. Balzac ona keza. Hatta Balzac’ın çok erken yaşlarda okutulmaması gerektiğini bile savunabilirim çünkü travmatik olabilir. O iri bedeniyle çatı katındaki odasına Balzac sizi hapsedebilir. Onun peşinden gidebilir ve de bir daha geri de dönmeyebilirsiniz. Balzac’daki hem atmosfer hem de ayrıntılara verdiği müthiş önem sizi çarpar, içinizi eritir o kadar güçlüdür. Çünkü bilirsiniz ki Balzac tüm yaşam suyunu yazmaya akıtmıştır. Onunla boğulursunuz.

Aslına bakarsanız yazarlar roman nasıl yazılırın sırrını vermezler. Yoksa o sır olmazdı değil mi? Vardır böyle bir sır maalesef. Ben bu sırrı çok yakın bir arkadaşım ve bir yazarla sohbet ederken yakaladım. Pat diye söyleyiverdi farkına varmadan, jeton düştü. Demek böyle yazılıyormuş romanların çoğu dedim. Sır ben de vermem pek kimseye. Yazarlık atölyelerine gitmek de insanı yazar yapmaz. Ama faydalı, eğlenceli ve eğiticidirler. Yazmak, belki de durmadan bıkmadan yenilmeden ve usanmadan yazmak… İşte bu, sırrın bir parçasını oluşturuyor olabilir, belki, kim bilir, neden olmasın..? Yazar, şair, eleştirmen arkadaşlarınızın olması iyidir, iyi gelirler zor anlarınızda, güzel anlarınızda, onlar her daim iyi gelirler insana. Onlar da sizi yazar yapmaz ama besler, kamçılar, yazmaya daha da teşvik ederler adayları. Okursunuz, okuduğunuzu tartışırsınız onlarla. Her gün yazmak önemlidir. Roald Dahl günde 12 dakika yazıyormuş, bunu okuduğumda, çok kısa, ama harika demiştim. Çok güzel bir alışkanlık. Alışkanlığınız işiniz olduğunda tamamdır. Günde 12 dakika. Ama ben biliyorum o 12 dakika, 12 dakikayla kalmaz yazmaya başladığınızda. Ama her gün için iyi 12 dakika. Virginia Woolf’un önerisi ise kendine ait bir odanın olması, bu birinci koşuldur. Eserin iskeletine önem verir, yani tekniğine. Ki okuduğum romanlar arasında Mrs Dalloway en iyi iskelete sahiptir. Birbirinden bağımsız görünen olaylar ve kişiler romanın sonunda tek bir noktada kesişirler Mrs Dalloway’de. Bugünlerde Virginia Woolf’un ölmeden önce yazdığı son romanını okuyorum, tam olarak da bitirmemiş, eşi düzenlemiş Perde Arası’nı. Virginia Woolf eleştirilmiş sanırım kurgusuz, sezgisel, içinden geldiği gibi yazmadığı için, çünkü günlüklerinde artık aklını ve ruhunu sınırlamadan, iskeletsiz yazacağını dile getirmiş. Orhan Pamuk da Açık Şehir programında bir ara bunu söyledi. İki yazar tipi ya da yazma tarzı vardır birincisi romanın iskeletini önceden oluşturan, ne yazacağını bilen, romanın başını ve sonu düşünüp tasarlamış ve üzerinde çalışmış olan ve de sonra o iskelete bağlı kalarak romanı giydiren, tekniği sağlam, diğeri ise kendini romanın akışına bırakan, emotional, kendini duygularına teslim eden, herhangi bir taslak, biçim üzerinde ilerlemeyen. Virginia Woolf’un romancılığının en kayda değer özelliği iyi düşünülmüş taslak, kurgu üzerinde ilerlemesiydi, ne ilginç ki onu iyi yapan en belirgin özelliğini terk etmeyi arzulamış. Sanırım bu, onun hayat duruşuyla ilişkili bir istek, geleceği düşünmeden, planlamadan yaşama beklentisi. Fakat son kitabındaki tamamlanmamış hissi, üzerinde titizlikle durulmamış, satır satır düşünülmemişliği de gösteriyor ki aslında o gerçekte bunu da planlamış. Ama bu onun tarzı olarak benimsenmediği için… Bazen yazarın eleştirilere maruz kalan özelliği, onu o yapan temel edebi niteliği, değeri olabiliyor. Woolf’un daha feminen, daha duygusal, betimleyici romanlar yazmaya yeltenmesi, kendini inkar gibi. Ki onun son romanında sıcaklık arayışları var. Woolf dönemdaş olduğu ‘en beğendiğim ve kıskandığım yazar o’ diye nitelendirdiği Katherine Mansfield atmosfer yaratma bakımından çok başarılıdır. Virginia Woolf düz, direkt yazar, Mansfield etkileyici bir derinliğe sahiptir, romantik ve duygusaldır. Ama sonuç olarak ikisi de iyidir.

Çağımızda yazarlık mesleği rağbet görüyor. Orhan Pamuk bunu iyimser bir tablo olarak yorumladı. Ben de ona katılıyorum. Çevremizdeki herkes yazar ve şair olsa güzel olmaz mıydı? Şairlerin şiirleri dillerinden aksa, konuşmasalar şiirleşseler ve yazarlar satır satır, sayfa sayfa dağılsalar caddelere, şehirlere, kıtalara…