12/04/2012

Çukur Ada

Adanın en güzel kumsalında oturmuş sabah güneşinin tadını çıkartıyordum. Keyfime diyecek yoktu. Sait Faik’le tuttuğumuz balıkları kızartıp bahçeye kurduğumuz rakı sofrasında bir güzel yemiştik evvelsi gece. Anlayacağınız, akşamdan kalmaydım. Deniz, safir yatağına uzanmış, dalga dalga yorganına sarılmış, sabah serinliğinde uyuyordu, izliyordum onu. Uzaktan birinin bana seslendiğini duydum. Ne göreyim, bu bizim Yaşar Kemal değil mi? Adada beni fellik fellik aramış. Dikildi başıma “hadi Çukurova’ya gidelim” dedi. “Yine mi Çukurova, vallahi de gelmem” dedim. Zaten çok çekmişim Çukurova’dan ayağımdaki nasırdan çekmediğim kadar. Ada gibisi var mı? Çok ısrar edince ceketimin cebinden Çukur Deniz Çukur Ada kitabını çıkardım. Ses etmedi. Oturdu benimle. Ne de olsa dostluğumuz eskiydi; büyük Türk romancısı Cervantes tanıştırmıştı bizi. O zamanlar pek dost da sayılmazdık ya. İnebahtı Deniz Savaşında Osmanlıya esir düşmüştük Cervantes’le ve aynı kadırgada kürek mahkûmu olmuştuk. Çukurova’ya gelme vaadi karşılığında Yaşar Kemal de bizim savaş esirliğimize biçilen parayı seve seve ödemişti. Bizi salıverdiklerinde kimselere gözükmeden soluğu hemencecik İspanya’da almıştık. Kaçmıştık, çünkü bizim ne işimiz vardı Çukurova’da? Sonradan duyduğumuza göre baya bir sinirlenmiş de onun tepinmelerinden Çukurova iki metre daha çukurlaşmış. Mis gibi İspanyamıza döndükte Tobosolu Dulcinea’nın göğüsleriyle birebir eş güzellikte tepelerin yel değirmenlerinde yellendik. Can sıkıntısından da bol bol şövalye romanları okuduk Cervantes’le. Bizi yaka paça tutuklayıp kodese koyana kadar her şey pek bir güzeldi doğrusu. Hiç üşenmemiş kalkıp İspanya’ya gelmiş Çukurovalı, bizi de dolandırıcılıktan yakalatmıştı. Tanrı görmeye görsün kodese de tıkıldık mı! Halbuki biz esaretten kurtulmanın sevinciyle sarhoş olmuş iki kayık mahkumundan başka bir şey değildik. Olan olmuştu. Cervantes’le oturduk düşündük taşındık, neyse suçumuz çekmeye razı olduk. Anlayacağınız, büyük şair Nazım Hikmet ile büyük yazar Orhan Kemal’den farkımız kalmamıştı diyeceğimi sanmayın. Zaten bir Kemal vardı büyük, hem de Çukurovalı, tüm Kemal hakları tükenmişti literatürde ve bana bir şey kalmamıştı. Pek bir üzülmüştüm doğrusu. Geceler boyu uyku gözüme görünmedi, hücredeki sinekler bile halime acıdı, bahtsızlığımdan dertlendim durdum. Üzüntümü duyan Nazım Hikmet bana teselli mektubu göndermişti Bursa’dan. Bazı semptomları dikkate alarak Gregor Samsa’ya dönüşmemden endişelenen Cervantes nihayet duruma el koydu ve ikimizin adına şan, nam getirecek büyük romanı Sancho Panza’yı yazdı. Harika bir insandı Cervantes. “Öyleydi” dedi Yaşar Kemal. “Çukurova’ya gidip ne yapacağız bir türlü sır erdiremedim ömrüm boyunca, pamuk toplamaktan parmakları yara olmuş çocuklara merhem mi olacaktık?” İşte bu soruyla ceketinin cebinden Çukurova’yı çıkardı bizim Kemal. Hiç ses etmedim.

9/03/2012

Tiyatronun Sanattaki Yeri

Türkiye’deki en büyük açıklardan birisi oyun yazarının neredeyse yok denecek sayıda olması. Bazı yazarlarımız bunu bir tür olarak kabul edip eserler de vermişlerdir. Fakat kendine has kıstasları bulunan zor bir iştir oyun yazmak. Sahneyi, tiyatro anlayışını iyi bilmek önem arz eder. Tiyatronun diğer sanat dallarından çok önemli bir farkı vardır. Tiyatro insanı değiştirir, fikirlerini, bakış açısını, hatta duygularını, yargılarını… Zor bir iştir oyun yazmak. Her şeyden önce şu fikri sindirmek zordur; iç yüzün tezahürünü. İşin aslını anlatabilmek... Göründüğü gibi değil hiçbir şey hayatta ve görüyorsunuz halden hale geçişleri. Oyundakiler katilin kim olduğunu bilmezken seyirciler bilir, ah gerçekler, ah gerçeğin şahitleri! Her şeyi bildiğimizi sanırız, oyunun sonunda aslında hiçbir şey bilmediğimizi anlarız. Zanların üstünde tedirgin adımlarımız ve de hoyratlıklarımız, kızgınlıklarımız, öfke ve sevgilerimiz.
Tiyatro asla ticari olmayacaktır kanımca. Bilet fiyatları yüksek olabilir ama o oyunu izlemeyi kafasına koyan her öğrenci kendisine bir koltuk, bir yer bulacaktır. Bu nedenle tiyatrolar yaşatılmalıdır sanat adına. Çünkü sahnede maskeler düşürülüp üzerine basılıp çiğnenir. Eğlence, iyi vakit geçirmenin yanında önemli misyonları vardır tiyatronun insanlık namına. Sihirli bir aynadır. Öyle ki ya ayakta alkışlarız ya da sessizce kalkıp gideriz, bu çok şey anlatır. Ne oyuncu ne de izleyici birbirini aldatabilir. Bir avuç insan için sanat, zaman, emek harcanır, insan buna değer, koca salonda bir kişi dahi olsa o oyun oynanır…
Son günlerde Yasmina Reza’dan bahsederken bu yazıyı yazma ihtiyacı doğdu. Zaten hayatı da ihtiyaçlar yönetmez mi? Oyunculuk ve tiyatro yazarlığı ve ödüllü oyunlar Reza’nın yaratı sepetinde. British Council destekliyor neredeyse bizim tiyatromuzu. Şu fikir hâlâ gelişmemiş bizde, bir oyun yazacaksın Fransa’da Fransız oyuncular tarafından oynanacak ve Fransızlar izleyecek. Ve oyun Almanya’da, İsveç’te sergilenebilecek anlayışta ve nitelikte olacak. Dünyaya kapalı sanat anlayışsızlığımız meydanda cirit atıyor. Bu ülkede yaşayanlar evrensellikten uzak mı, kendi derdine mi düşmüşler yoksa... Başına taş yağan, tabağında kalmaması gereken o tek bir pirinç tanesinin peşine düşmüş, kim kimin fikrini değiştirebilmiş ki, var mı bu ülkede birbirinin fikrini değiştirebilmiş helal süt emmiş birileri?
Yasmina Reza Fransız bir oyun yazarıdır. Hatta bir oyunu beyazperdede izleyiciyle buluştu geçen sene, filmin yönetmeni de Roman Polanski. Ne diyeyim daha ben, söz bitti.

5/18/2012

Ey Kol Saatim!

Bazen ruhunuz çiviye, bazen çalıya, bazen keskin bir ana takılır. Yıkılmış evlerin tuğlaları arasında, başından zamanı savan adamların diz çöküp ağladığı duvarlar. Dualar yıkık. Sahip olduğun tüm eşyalar, kendine eş tuttuğun eşyalar. Seni sana anlatanlar… Nereye takılı kalmış? Bugünlerde kol saatimle aram pek iyi değil. Sık sık duruyor. Takılı kalıyor kendince belirlediği dakikaya, bekliyor beni. Koluma takıyorum, hareket halinde herhangi bir saatle göz göze gelip kopyalıyorum. Can, hayat öpücüğü veriyorum ona. Akrep yelkovan dans ediyor, dönüyorlar baş başa. Gün geçiyor, eve geliyorum, kolumdan saatimi çıkartıyorum, ağırlaşmış zaman, on dakika geriden yaşatıyor bana sizleri, sizlerdeki izleri. Bir türlü aynı dakikanın insanları olamıyoruz. Saatim, kendi ruh haline göre ona buna takılı kalıyor, tutunuyor. Gerideyiz diyorum, geride. Bazen yıkık bir evin tuğlalarında. Fakat iş geri kalmakla da bitmiyor, saatim kendine tuhaf bir alışkanlık edindi, kolumdayken işliyor, kolumdan çıkartıyorum, bırakıyorum uykuya, hemen duruyor zaman. Her gün durmuş kol saatimle ilgileniyorum, ona ayar çekiyorum. İleri gitmek istemeyen, bensizliği zamandan saymayan saatimi elime alıp kuruyorum, mekanik bir ilişki oluştu aramızda. Pil nedir ki, zaman durmak istesin tüm kalplere hükmedebilir. Sorgusuz teslim oldum. Bir huy ve karakter edindi kendine. Çeşitli anlamlara denk gelen, fakat benim idrak düzeyimi fazlaca aşan bir anlam zinciri. Bugün hiç takmadım koluma, bir bakayım zamanımın saati kaçta. 03:36 Hah işte bunca yazı heba oldu, yine bir şeyler anlatmakta, saatimle saatler aynı nizamda. Haksız çıkarttı bu işgüzar beni, yazdıklarımı. Her şeyin farkında. Onun hakkında yazdığımın bile farkında sanırsam. Yine duracaksın biliyorum, ruh bir şeye takıldı mı yurt edinir kendine orayı. Senin bu yaptığın neye denk düşer, bana diyorsun ki emin olma mı, aramız pek iyi değil derken tam tersi mi, bu yazıya inat işliyorsun koşa koşa. Hiçbir şeye takılmadı mı ruhun? Ey kol saatim, uykunu ne kaçırdı söyle? Anlıyorum şimdi seni, seni ve uykusuzluğunu, durmayışının nedenini hissediyorum. Benimlesin. Kolumda olman bir şeyi değiştirmiyor değil mi, hiçbir zaman ben bunu anlayamamışım. İlerliyor mu zaman? Yeniden baktım sana. Vallahi de ilerliyor zaman. Gözlerinde ne bir ağırlaşma ne de bir duraksama mevcut. Arkana bakma Orpheus, arkana sakın bakma ve ilerle, senin arkandayım, ama ne olursa olsun sakın arkana bakma, bana dönüp bakma.

2/12/2012

Bedel

Yanılgıların ve aşkın bedeli

Etiket çağında aşk

Almadan önce fiyatına bakmak gerekmiyor mu o pek beğendiğin, senin olmasını arzu ettiğin aşk kaç liraymış? Etiketine baktın mı? Neticede aşk bu diyebilirsin, bedelsiz bir şey, soyut, elle tutulmayan, gözle görülmeyen... Fakat öyle olmadığını hepimiz biliriz; daima en pahalıya ödediklerimizdir onlar. Maskemizi takıp çaldıklarımız, hesapsız kitapsız, sonunu hiç düşünmeden içimizi kanatarak gönlümüze yamadıklarımız? Aşkı yaşamadan önce dur, bak, evir çevir, sor bir bilene ne kadar bu aşk, kaç yıl, kaç isim, kaç şişe, kaç fotoğraf, kaç kaç kaç kaç! Mesaj alındı mı? İşte her şey o cümlede gizli “kaç (!) paraymış o” Ne kadar? Sanıyoruz ki aşk da hava gibi bedava. Yaşamının bir bedeli yok mu? Her güne yeniden başlarken o derin iç çekişler, oflamalar, aynada kendinle bakışmalar, işe, okula, yemeğe yetişmeye çalışmalar… Saatleri saatlere denkleştirerek evin kapısında anahtar arama ritüeli, hepimiz kapılara tapmıyor muyuz? Anahtarını kaybedenleri lanetlemiyor muyuz? Yanlış anahtarla hangi kapıyı açabildik şimdiye kadar? Yaşamak bedelli. Aşkın da bir bedeli var. Gönül işi mi, ilk bakışta mı, gülüşü mü, adı mı, gözleri mi, ismi mi, elleri mi… Soruyorum: Ne kadar?
Ödemeye hazır mısın?

Mono

Suskun Monolog

G________. Ü_______________ _________ __ _________ __________. N_______________, ______________, ______________, ________________. M___________, _____________.İ______ ____________ _____. S________: __________, ____________,________.E

2/05/2012

Raiz’in Paşalığa Terfi-i Sünnetiyesi

Malumudur ki erkekliğe geçişin bir şartı olarak küçük Raiz’in de sünnetine pek bir önem verilmişti. Fakat uzunca bir süre onun ikna edilmesi de gerekmişti. Çünkü yaşanan bir hadiseden sonra sünnet olmaya yanaşmamıştı. Ramiz dedesinin kan kardeşi Bolulu Yasin Paşanın torunu Hasber’le yalının bahçesinde birbirlerini çekiştirirlerken, iri kıyım cüssesi, aşağı sarkan yanaklarına karşın Hasber, Raiz’in hırçın tekmelerinden nasibini almaktan yine kurtulamamıştı. Tekmelerin acısıyla Hasber’in, Yasin dedem diyor ki, sünnetçiye para verecekmiş, kökünden kestirecekmiş, o zaman deden Ramiz Paşa ne yapacakmış bakalım lafı, o gün itibariyle Raiz’in kulaklarını keskin bir kasatura sesiyle gün be gün bilemişti. Raiz bir koşuda Paşa dedesine durumu anlatmış, o da kan kardeşiyle bir daha görüşmeme kararı almıştı. Fakat feleğin oyununa karışmak da pek mümkün olmuyor. Hasber’in kuşpalazından yatakta çırpına çırpına öldüğünün haberi yalıyı vurunca, Ramiz Paşa o an itibariyle çocukluk arkadaşı Yasin’e koşmuştu. Hasber’in ölüm haberi Raiz’e pek bir şey ifade etmemişti, Theodore işin içine karışıncaya kadar. Balıkçı dedesi kuşpalazından ölen Hasber’in martı olmaya karar verdiğini anlatmasıyla Raiz çılgına dönmüştü. Martılardan nefret ettiği yetmezmiş gibi şimdi de gördüğü her martıya, “Hasber sen sen misin söyle” demeye mahkûm olmuştu. Bir taraftan da sevinmişti eti yenmeyen bir kuş olmakla dayısından daha akıllıca bir seçim yaptığına. Raiz on yaşına bastığında dedesi gibi bir paşa olmak kaydıyla, anlaşarak sünnet olmaya ikna edildi, emrine de bir yaver verilecekti. Göbekçi Yalısının bahçesinde mevlit okutuldu, gelen misafirlere etli pilav ile şerbet ikram edildi. Sünnetçi, eli ayağı temiz bir adamcağızdı, işinde de ustaydı. Usturayı dayamış, bakmasın diye Raiz’in başını yana çevirmiş, kollarından da sımsıkı tuttukları vakit, tam ucundan azıcık alacakken uğursuz bir martının cıyaklamasıyla korkup eli titreyen sünnetçi Süleyman’ın bağlanan basiretiyle, baya büyük bir parça pıt diye düşmüştü, ve öyle bir kan boşalmıştı ki Raiz acısına dayanamamış bayılmıştı. Günlerce yatakta yatmıştı. Hiç kimseyle konuşmaz hali, iştahsızlığı, solgun benziyle taşlaşmıştı sanki. Dedesi Ramiz de ne yapacağını bilmez ruhiyatta, sessizleşen yalının bir orasında bir şurasında görülmekteydi hayalet misali. Theodore’nin Arsen’le birlikte yalıya gelişiyle bu sessizlik bozulur. Arsen, sünnet anlaşmasının koşuluyla Raiz’e tahsis edilen yaverdir. Yirmi beş yaşında genç bir beydir. Küçük paşanın annesinin uzaktan akrabasıdır aynı zamanda. Yarı Ermeni yarı Rum bir aileden geldiği için Raiz’e iyi uyum göstereceği düşünülmüştü. Arsen ruhban okulunda yetiştirilmişti. O dönemde zeki öğrencilerin Fransa’da okutulması âdeti yeni yeni başlamıştı Osmanlıda. Ramiz Paşa devreye girip Arsen’in Fransa’da iyi bir yüksek eğitim görmesine önayak olmuş ve ona ihtiyacı kadar para göndermişti. Fransa’da hukuk ve felsefe eğitimi alan Arsen, eğitimini tamamlandıktan sonra ülkesine geri dönmüştü, fakat bir türlü alışamamıştı hiçbir şeye, Fransa’da öğrendikleri ile Osmanlı arasındaki düşünce dağları arasında adeta kaybolmuştu. Bol bol kitap okuyup notlar tutan, aklı dağınık, Ermeni kiliselerini gezen, bazen saatlerce dua eden, bazen gün boyu dua edenleri izleyen garip bir ruh haline düşmüştü. Bu duruma en çok da annesi üzülmüştü, çünkü oğlunun zekâsının boşa heba olmasından korkmuştu. Hatta ara sıra Theodore ile balığa bile çıkmıştı bu genç adam. Arsen, Raiz için hayatının dönüm noktalarından birisiydi ve onu, dedesi Theodore’nin yanında ilk gördüğü an itibariyle sevmişti. Bu ilginç genç adamın parlak siyah saçlarında, gözlerinde, kaşlarında oynaşan, dalgalanan ışığı fark etmişti. Bazı insanların ışığı konuştuğunda parlar bazılarının da sustuğunda. Arsen konuştuğu vakit ışığı o güzel sessiyle ılık ılık dalgalanıyor, ışıktan bir kuş gibi kanatlanıp uçuyordu, odanın içersinde turluyor, duvarları aydınlatıyordu. Yeni yaver Raiz’in çok hoşuna gitmişti, Arsen yanında getirdiği kitaplardan birini eline aldı, solmuş kahverengi cildinin üzerinde elini gezdirdi. Ve o kitaptan bir bölüm seçti, Raiz’e okudu. Solgun hastamız da yatakta kıpırdamadan Arsen’i dinledi.

2/03/2012

Göbekçi Raiz Paşanın Doğuşu

İstanbul’un Sarıyer’inde, 1820 yılının 2 Temmuzunun sabahında, annesinin karnını yumruklarıyla delerek dünyaya geldiği rivayet edilir, bu nedenle de dedesi Ramiz Paşa, ona öfkeli, kızgın anlamına gelen Raiz ismini münasip görür. Göbekçi Yalısının daracık odalarında, geniş salonlarında düşe kalka büyür Raiz. Annesi Samatyalı Eleni, fakir bir balıkçının kızı olup yalıya gelin gelmiştir, kendi arzusuyla Neşire adını beğenip almıştır anlamına bakmadan. Ne de olsa onun için bir anlam derinliği kalmamıştır denizden başka. Vasilis adında bir erkek kardeşi varmış, o da babası Theodore gibi balıkçıymış. Balık olmaya karar vermiş dalgaların devleştiği bir fırtınada. Eleni’ye babası, Vasilis’i bu kararından döndürmeye çok çalıştığını ama fayda etmediğini anlatmış durmuş, hatta o uyurken yanı başında defalarca. Eleni de rüyalarında Elmalı Kilisesinde kendini dua ederken bulmuş ve de duvarında yazılı olan ΙΧΘΥΣ kelimesini defalarca okumuş. Eleni, balık olan kardeşini bir gün görmeyi umut ederek yaşamış, belki kararından cayar, geri döner ümidiyle boğazın kıyılarında gece gündüz demeden, aklına estikçe, yüreğine düştükçe beklemiş. Raiz’in bir Allahtan bir de denizden korktuğu söylenir. Dayısına çekmiş denince yanakları kıpkırmızı kesilir, sinirinden saçlarını yolarmış. Hepiniz yalancısınız diyerek yalının bahçesindeki demirliklere konan martılara bağırırmış. Martıları hiç sevmezmiş küçük paşa, boğazın üzerinde süzülüp gözlerine kestirdikleri balıkları gagalarının arasına sıkıştırdıklarından dolayı, onlara uğursuz adını takmış. Raiz’in bu deniz korkusu ölünceye kadar başını ağrıtmış. Yalıda da balık pişirmek yasaklanmıştır, onun her balığa “dayıcım, sen sen misin cevap ver” hıçkırıklarına mütedair. Raiz varken balık yemek caiz değilmiş, tüm esnaf kırıp döktüğü masalardan, balıkçı tezgâhlarından mütevellit çok dert yanmış, sonra deliliği biraz durulmuş, dedesi kırdığı tezgâhların, masaların, kafaların parasını bayram harçlıklarından ona ödettirince uslanmış. İşte ilk kez cimrilikle de o zaman tanışmış. Yalıya da zamanla bizim fakirhane adını yakıştırmış. Dedesi Ramiz Paşanın yaveri ilk kez bu lafı ondan işitince “koskoca Göbekçi Yalısı, o ne söz öyle” başını sallayarak azarlamış. Raiz altta kalmamış, hemen dillenmiş, cevabını yetiştirmiş “şimdi anladım, neden bitlendi deniyor paraları görenlere. Tevekkeli büyük Paşam, bizim Hayrullah Efendi bildim bileli uyuşuktur, ayakta gören onu yatakta uyuyor sanır diye hayıflanır durur, bu da bitsizlik her hal.” Hayrullah Efendinin en ehli huyu da cevapları pek bir güzel yemesiymiş. Raiz’in, dedesini çok sevdiğinden onun gölgesinden bile kaçtığı söylenir. Hatta bir ara yalıda Ramiz Paşanın gölgesinin tek başına gezdiğini, merdivenlerin tırabzanlarına tutuna tutuna aşağı katlara indiğini söylemiş küçük Raiz, ta ki dedesi Ramiz Paşa iyice kızıp destur emriyle bütün yalı fırkasının kulaklarını yırtarcasına bağırdığında, gölge de telaş içersinde koşup dedesinin ayakucuna, hatta biraz da altına fırlatmış kendisini. Gölge de gölgeliğini bilsin değil mi ey devran!