3/28/2010

ZEHİRLİ MAVİ



İki saat oldu yola çıkalı, k. trenindeyim. İstasyonları severim, trenleri de… Çocukluğumun izlerini taşır raylar. Yeşil düzlüklerde yol almak beni büyüler. O ritmik ses eşliğinde erişilmez zamanın parçasına bölünmek hem de ufalanmadan. Kitap açık kalmış. Vagondan vagona geçenler. Dünyanın her yerinde istasyonlar birbirinin aynısıdır. Tren yolcuları hiç yabancılık çekmezler bu nedenle. Pencere kenarı, akışkan manzara. Öpüşme düşleri asılı dalgın bakışlarımda. Yalnızlığın tarifini veriyorum arkadaşıma. Önce yumurtaları kıracaksın tek tek, ununu, sütünü, yağını, şekerini ilave edip iyice çırpacaksın, sonra kek kalıbına dökeceksin ve 180 derece ısıtılmış fırında üç buçuk ay pişireceksin. İç karartıcı halde servise sunacaksın yalnızlığı. Öpüşmelerden bahsetsen biraz, sevişmelerden? Zamanından önce gideceksin mezarlıklara, gezeceksin. Tren yolculuğu ile mezarlık gezintisi birbirine çok benzer. Kulakların, gözlerin açılır sanki. Duymadıklarını duyar görmediklerini görürsün. Sevişmeler nerede kaldı? Garson! Biz iki kişilik sevişme düşlemiştik ne oldu bizim siparişlerimize? Kitap kapalı. Can sıkar mı satırlar? Anlama özrümü iletin yazar arkadaşıma. Ne anlattın şimdi sen bu kitapta demez miyim, ona bunu sormaz mıyım; nasıl köpürecek içten içe. Anlatsa mı anlatmasa mı? İstasyondaki kırmızı banklarda oturanlar. Trene binen yeni yüzler, trenden inen eski yüzler. Tıpır tıpır ayak sesleri vagonda. Ağırdan kalkış yavaş yavaş hızlanış. Diğer bir istasyona kadar yaşamdan kopuş, töze varış. Trenin o kendine has lisanı. O eski buharlı trenlerin çıkardığı çuf çuf sesi kulaklarıma yabancı. Aşina olduğum ses çıkçık çıkçık çıkçık… Ve ara sıra raylardan gelen o tiz sürtünme sesi. Acaba neresinden öpmemden hoşlanır? Belki öpülmekten hoşlanmıyordur. Ayak parmaklarını emmeme ses çıkarmazdı herhalde, başparmağında dilimi gezdirdikçe içine düştüğü hoşluktan nefesi tutulurdu ay misali. Geri dönülmez bir mesafe aldım, gitgide içimdeki noktadan uzaklaştım. Bu gariplik hissi geçici bir şey değil ki. İnsan kendine ebediyen yabancı kalabilir mi? Mavi bir gölge seyirdi geçti. Ne yapmaktan hoşlanırsın? Yüzmekten mi? Güzel. Yüzelim. Belki kumsalda bir ceset buluruz. Korkma canım, şu iri denizanalarından bahsediyorum ceset dediğim onlardan, zehirli mavilerden biri. Beyinleri olmadığı için mi deniz onların kaygan bedenlerini ruhunda tutmak istemez? Ölüleri kıyıya vurur. Hayatın kıyısındaysan ölmüşsün demek. Ölümün kendisi olmuşsun haberin yok. Kumsalda oturup bira içelim mi? Güneş batmadan önce. Ufuk çizgisi. Balıkçı teknelerinin motor sesleri pat pat pat pat... Düz, kımıltısız, uysal deniz. Kızıl mavi yansımalar. Tam sevilecek durgunlukta zaman. Nazlı, minicik dalgalar. Bana yüzünü dön. Gülümse. Şimdi seni öpebilirim işte, dudaklarından, tam şimdi, gündüzden geceye geçmeden evvel. Bu gözyaşlarının bir anlamı var mı? Ağlama. İnsan, sevdiği onu öpmek istedi diye ağlar mı? Bu kadar! Benden pes, daha fazla bu devrik romanı okuyamayacağım. Olmuyor, her satırın sonunda kayıp düşüyorum, tutunamıyorum, ilerleyemiyorum. Yarım saattir 76. sayfadan 77.’ye geçemedim. Eziyet! Kitaptaki kahraman neden hiçbir şeyden hoşnut değil? Evet, bunu da yazar arkadaşıma soracağım. Hoşnut olmalı mı? Ölüm korkusu taşırmış. Romandaki ana karakter ruh hastası. Hasta adamın yazdığı hasta karakter… Buna kesin alınır. Alınsın. Acı çeksin. Uykuları kaçsın. Belki daha iyi yazar. Ben de cümlelerini çiğnemeden yutmak zorunda kalmam. Romanda bir tek sevişme sahnesi bile yok, kayda değer değil. Yazsa, herkes üzerine alınacak, beni yazmışsın, özelimizdi. Hani sanki tüm sevişmeler birbirinden farklıymış gibi. Anlatılanlardan herkesin kendine bir pay çıkartmasına şaşmamak gerek. Farklı bir sevişme? Trende hiç sevişmedim. Sayfaların sonunu getiremediğim anlarda trende yolcu, kumsalda âşık olduğumu hayal ettim. Kayıtsızca daldığım o düşlere bir yenisini eklemek… Trende sevişmek.

3/21/2010

F 18




Üzerinde bugünün tarihi yazılı ama bilet iki yıl öncesine ait. Cebimdeki biletle sinemanın önündeyim, iki yıl önce seyrettiğim filmin afişleri asılı. Kiminle gitmiştim? Yalnız mı? Filmin konusu neydi? İzlememiş olabilir miyim?

İptal edilen görüşme. Plansız kalan gün. Cebimde bulduğum bilet. Sinemaya girdim. F 18 koltuk numaram. Boş... Oturdum. Işıklar söndü. Filmin ilk sahnesi, sinema biletini kaybeden adamın sevgilisiyle tartışması. Yer göstericinin yanımdaki boş koltuğu aydınlatmasıyla filmden kopuşum: ‘‘F 19 hanımefendi.’’ Kendine çekidüzen verme zorunluluğu. Yerleşme. Kokuyu seçiş. Ayrıştırma. Yan koltuğa oturan kadına karşı oluşan duyarlılık. Kapladığın alanın sınırlarını fark ediş; bir koltuk mesafesi. Filme geri dalış.

Bakma. Yakınlaşma. Nefese dikkat kesiliş. Kulağıma doğru eğiliş. Güçlü bir fısıltı, ok misali: ‘‘Geleceğini hiç sanmıyordum.’’ Bir salise boyunda bir saat genişliğinde donuş. Renkli gölgelerle aydınlanan yüzler. Karanlık. Gölgeler. Karanlık. Yer göstericinin beni işaret eden ışığıyla aydınlanışım: ‘‘Beyefendi, F 18.’’

3/17/2010

SON ARZU

''İnsan, meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi ölümü kendi içinde taşımaktadır.'' Rilke





''Yarın ölecekmiş gibi yaşa'' cümlesinin ardına gizlenmiştir son arzu. Bu cümlenin büyüsüne kapılmayın sakın. Çünkü ölüm ve son arzu birbirini mıknatıs gibi çeker.

Önce bir düşün içinde düşünün kendinizi. Bu düş, yarın öleceğinizi bildiğiniz bir düş olsun. Yarın öleceksiniz, bugün ne yapardınız? Sokağa fırlar bütün gün gezer miydiniz dostlarınızla vedalaşarak? Her şeyden çok sevdiğiniz adamla veya kadınla arzularınızı son damlasına kadar tüketir miydiniz yarına hiç bir şey bırakmadan? Ya da banka mı soyardınız? Fakirliğinizi unuttururdu bu belki size ölmeden önce. Ya da silahınızı kapıp sizi üzüntülere, acılara boğan insanı alnından vurur muydunuz? Ya da derin bir uyku çekerdiniz, hayatın size tattırmadığı huzuru bulmak son arzunuzdur çünkü. Size garip bir rastlantıdan bahsetmek için anlattım bunları. Yazının en başında belirttim ya son arzu ile ölüm birbirlerini daima çekmişlerdir. Son arzuya kapılır insan ne de olsa yarın ölecektir, garip bir biçimde sezilir bu. İnsan her şeyi bilir de ne zaman öleceğini bilmez mi? Elbette bilir... Bu sezi, nedensiz yere ortaya çıkan bir hız tutkusudur kimi zaman; ayağınız gaza bastıkça basar, son arzunuzdur bu, ne de olsa yarın sizin için yoktur. Sonra otomobiliniz takla atar, ne önemi var ki, ne de olsa yarın burada yoksunuz. Garip değil mi? En son arzu sizi yemek masasında yakalar. Tüm zevklerin en yücesi, en kutsalıdır iştahın verdiği haz. Ballı kaymakları, kızarmış börekleri, dilberdudaklarını, kırk çeşit kebabı bir akşam yemeğine sığdırırsınız, tıpkı yarın ölecekmiş gibi yersiniz. Hatta arkanızdan şöyle derler ''ne zorun vardı kardeşim bu kadar çok yedin ya da ah kızım neden bu kadar hızlı sürüyordun otomobili?'' Onlar bilmezler tabii yarın öleceğinizi, ama siz bilirsiniz ayrılık vaktinin geldiğini.

Son arzuya yönelik başka bir tespit daha, bu bana daima çok ilginç gelmiştir. İnsanlar genelde ölümle ilgili düşüncelerini yazmazlar, bunu hayal bile etmezler. Fakat yazarlarda bu hayaller ve düşünceler bariz bir biçimde görülür çünkü okunabilir. Ölüm hayatın bir gerçeğidir, romanlar da gerçeğin bir aynasıdır. Romanlarda seçilen ölümlerle paralellik taşır yazarların sonları. Mesela Virginia Woolf, Hemingway, Kafka... Hemingway av tutkunuydu, İhtiyar Balıkçı ya da diğer tüm avcılar gibi... Hemingway'in son avı maalesef kendisiydi. Tüfeğini temizlerken ateş mi almıştı, yoksa bilerek ve isteyerek kendi canına mı kıymıştı bir muamma olarak kaldı. Kafka da böceğe dönüşen roman karakteri Gregor gibi kendini açlığa mahkûm ederek veremin, Azrail'in, ölümün işini kolaylaştırmıştı. Gregor'un başına gelenlerden farksız değildi Kafka'nın hayatının son günleri; kimse onun acısını yürekten duymamıştı, iğrenç bir yaratıktı, insan değildi, ölmeyi, unutulmayı, sevgisizliği kendice hak ediyordu. Ne ilginç, Kafka'nın günlüklerinde ''sabaha kadar uyuyamadım ve ara ara kan kustum'' cümlelerini okurken Gregor'a duyulan yabancılaşmanın aynısı oluşuyordu ve yazara karşı bir gram acıma, ufak bir sızı dahi uyandırmıyordu kalpte. Sadece günden güne dönüşümü izliyordunuz, üzülmeden, gözleriniz yaşarmadan. Hiç almadığı bir şeyi yazardan almayı beklemek haksızlık olurdu. Virginia Woolf da acı çekmekten yorgun düşmüş ve umutsuzluktan tükenmiş bedenini ırmağın serin sularına bırakmıştı. Mrs. Dalloway'deki Septimus karakteri pencereden atlayıp intihar etmişti. İntihar bir tür seçimdir, bir tür ölüm şeklidir. Son arzu özenle işlenmiştir kitaplara, kadere ışık tutarcasına. İlginç bir ölüm daha geldi aklıma. Necip Fazıl Kısakürek'in ölümü. İnsan doğduğu gün ölür mü? Bunu bilebilir mi? Kendisini buna hazırlayabilir mi? Oğlunun anlattığına göre doğum gününde öleceğini bilmiş Necip Fazıl. Hazırlatmış özenle her şeyi, ölümü iyi, kendince karşılamak için. Misafirin gelişini görmek istercesine pencere kenarında beklemiş. Ve ölüm kapının eşiğinden geçmeden söz verdiği gibi kimseye de görünmeden pencereden girmiş ve alıp götürmüş şairi.

3/10/2010

YAZARIN RÜYASINDAKİ TANRI



''Sen gözlerimdeki ışıksın. Görmelisin beni aynalarda. Gizlenmiş iki ruh var orada, gözlerinde. Anlatır sana tüm sırları inan. Ve söze gerek kalmaz, tüm aldatmacaların dışına taşarım. Gözbebeğim. Ruhum. Gerçeğim. Duygularının yataklarında tanrı uyur, eğer onu uyandırırsan uyanırsın.''

Bu satırları yazdım ve kendimi yatağa atıp uykuya daldım. Rüyamda tanrı bir çocuktu veya köpekti ya da her ikisiydi. Sadık ve saf... Çocuk ya da köpek plajda oyun oynuyordu, sonra ortadan kayboldu. Telaşlandık haliyle. Çocuğun annesiyle ya da köpeğin sahibiyle onu aramaya koyulduk. Tanrının plajda kaybolduğu noktadan başka bir yere geçtik. Aradık. Evlerin kapılarını çaldık. Annelere, altı yaşında bir erkek çocuğu gördünüz mü diye sorduk. Kayıp köpeğin izini de sokaktaki insanlara onu tarif ederek sürdük. Ve sonra çocuğu başka bir düşün içersine gizlenmişken bulduk. Parlak, ışıltılı, altın renginde bir düştü bu. Duvarları şeffaftı. Odadaki eşyalar çok değerliydi, özeldi ama işlevsizdi. Düşün içinde tek başınaydı çocuk. Neden bir anda ortadan yok olduğunu sorduk. Bize şu cevabı verdi: ‘‘Tanrı görünmezdir.’’ Ve o zaman anladık ki plajda kaybolan tanrı çocuk değil köpekmiş.

3/07/2010

HEROSTRATOS



Efes’in beyaz sütunları arasında Herostratos aylak aylak dolaşırmış. Tanrılara inanmazmış bu genç, masallara burun kıvırırmış, verilen öğütlere kulak tıkarmış. Akıllıymış, sözleri keskinmiş. Bir gün tanrılar Herostratos’a bir oyun oynamaya karar vermişler. Kimsenin lafına kulak asmayacağını bildiklerinden, yazmışlar bir sütun başlığına ölümsüz bir söz. Okumuş Herostratos sözü ve dört geceyi uykusuz geçirmiş. Beşinci gün Maristanos adlı filozofa akıl danışmış. Genci dinlemiş ilgiyle ama Maristanos tanrıların dilinden anlamazmış. Filozof Maristanos da o günden sonra geceleri uyuyamamış. Efesli delikanlı yedinci geceyi de uykusuz geçirmiş. Ailesi ve arkadaşları endişe eder olmuşlar onun sayıklamalarından, sürekli aynı kelimeleri ağzında gevelemesinden. Tanrılar, Herostratos’un kendilerine yalvarıp dua etmesini dört gözle beklerken genç direniyormuş; tanrılara sığınmak aklının ucundan bile geçmiyormuş. Dokuzuncu gece Herostratos’u uyku tanrısı Hypnos ziyarete gelmiş. Delikanlı ayakta uyuyormuş, ama hâlâ bir şeyler geveliyormuş ağzında, sonsuz döngü gücünde bir söz. Düş tanrısı Oizys oyundan haberdar olduğundan hiç ilişmemiş Herostratos’a. Zavallı ayakta uyuduğu halde rüya göremiyormuş. 11. gece ateşler içersinde yanan Artemis tapınağını söndürmeye koşmuş Efesliler. Herostratos delirmiş gibi ortalıklarda dolaşıyormuş, ben yaktım, bendim diye. Büyümeden söndürmüşler yangını. Delikanlı, tanınmak, tarihe geçmek için yaktım tapınağı demiş. Annesi dışında herkes inanmış ona. Tanrılar bile inanmış Herostratos’a, hatta o malum sütundaki sözün altına ismini yazmışlar ve Efesli genç tarihe geçmiş.

M.Ö. 356 yılının 20 Temmuz gecesindeki yangından sonra filozof Maristanos’u bir daha gören kimse olmamış, yer yarılmış içine düşmüş sanki. Çünkü o, tanrılara inanırmış.

3/01/2010

Aşk-ı Mevzuu ile Bir Garip Leke

25 Mayıs 1876 Perşembe, öğleden sonra üç suları Üsküdar

Boşuna üzmeyin efendim kendinizi, bakın geliyor işte, geliyor efendim. Yalnız, maalesef öyle, hayır arkasında kimse yok, yalnız efendim, bahçe kapısından şimdi içeri girdi. Peki efendim, hemen kapıyı açıyorum.

Ekrem Ziya Paşa sizinle önemli bir mevzuu hakkında konuşacaklarmış efendim. Buyurun Osman Hamdi Bey sizi bekliyor.

Hangi cüretle! Yazık size! Bir de utanmadan evime kadar geliyorsunuz. Bu yüzsüzlük, evet yüzsüzlük başka bir şey değil. Anlatmayın anlatmayın. Yalan dolanla işim olmaz benim. Durun bir dakika! Belki… Hayır! Bu sizin yaptığınız bağışlanamaz. İzah mı? Namuslu adam bunu yapmaz efendim yapmaz. Gitmeyin, durun bir dakika bekleyin. Belki… Olmaz mı olmaz ama ya olursa? Bir teklifim var. Nalân Hanım. Evet, ablanız Nalân Hanım. Acaba diyorum… Anlayın işte. Hem suçlusunuz hem de kızgın, öfkelenmeyin efendim. Ahlaksızlık mı? Ben, kapıda kalmış ablanızın iyiliğini düşünmüştüm... Sizin hepten gözünüz dönmüş. Bakın, diyorum ki ablanıza bir çıtlatsanız. Tamam, sizin için umut olmayabilir, ama o garibin suçu ne? Birbirimize hakaret ederek bir yere varamayız efendim varamayız. Bir konuşsanız, gönlünü çelseniz diyorum, belki o zaman sizin üzerinizdeki leke de siliniverir, bakarsınız eskisinden de güzel günler sizin olur. Ne diyorsunuz, kabul ediyor musunuz? Cevap verin, kabul ediyor musunuz?