6/27/2010

Bir Çirkin Ördek Yavrusu Orhan Pamuk




Yıllar önce TRT'de Orhan Pamuk'u ilk kez izlemiştim. O malum evindeydi söyleşi. Bir baş mesafesiyle boğaz manzarasına kavuşmak... Evdeki en lüks, en pahalı şey boğaza bakan pencereydi. Onun dışındakiler her orta hallinin evinde görmeye aşina olduğumuz türden mobilyalardı. Orhan Pamuk, yemek masasında romanlarını yazıyordu o sıralar. Ne arkasında gösterişli bir kitaplık, ne büyük bir çalışma masası ne de kendine ait bir oda ekranda... Solgun koltuklar, ahşap bir vitrin ve yuvarlak yemek masası. Ve, bir garip Orhan Pamuk... Hiç de alışkın olmadığımız türden bir yazar ve entelektüel portresi. Sadece kendisi var... O bildiğimiz böbürlenen, sırtını kitaplara dayayan, ağzında piposu, sözleriyle göz dolduran, çalımlı yazarlardan biri değil. Sadeliği de aşmış o, şeffaf. Olamaz! Bir yazar kendini bu kadar deşifre edemez. Ben buyum diyemez. Bu kadar cesur olamaz. Bir şeylerin arkasına sığınmadan kendi yazı dünyasını deşifre edemez. Büyük sözler etmeden... Egosuz... Ön önemlisi de birileri beni sevsin diye beklemeden. Sevilme, beğenilme, fark atma kaygısı gütmeyen bir yazar Orhan Pamuk. Türk normlarının dışında bir adam. Kısa boylu, esmer, sakallı, hatta çirkin bile değil. Başbakanımız gibi boylu poslu, fakat külhanbeyliği yapmıyor. Tam tersi hafif kambur, başı öne eğik, utangaç, konuşurken heyecanlanan, sıkılgan bir yapıda. Orhan P. bir insan... Robot değil. Bir arkadaşım demişti ki, ''bu adam doğru düzgün konuşamıyor nasıl yazar olmuş'' ben de şöyle yanıtladım ''doğru düzgün konuşsa yazar olmazdı, konuşamadığı için bu kadar iyi yazıyor, anlatacak çok şey buluyor, çünkü konuşarak anlatamıyor.''

Orhan Pamuk, bu kişilik özellikleriyle genç yazarların örnek alması gereken bir isim. Ona karşı yürütülen ve desteklenen sert tutumu doğru bulmuyorum. Orhan Pamuk kendisiyle barışık. Bizim görmeye hiç alışkın olmadığımız türden bir yazar; maskesiz, kalıpların dışında. Mesela başka bir örnek vermek istiyorum bu imaj meselesiyle ilgili. Elif Şafak'ın eşi bir köşe yazısında onun panikatak bir kişiliğe sahip olduğunun altını çizmişti. Hâlbuki ekranda Elif Şafak'ı izlerken ağır çekim havası hâkim, neredeyse dünya ve zaman duruyor, baygınlaşıyor bakışlar. Zoraki bir gülümseyiş… Tasavvufi mi olmaya çalışıyor? Yoksa bu bir hipnoz tekniği mi karşısındaki insanı pasifize eden. Ama eşi, onu anlatırken böyle bir kadının varlığından söz etmiyor. Ya olduğun gibi görün ya da olduğun gibi görün. Maneviyat, her alanda sömürülmeye açıktır, kendine vakıf olan yazar, yazınsal gelişiminde şu dönemde yaygınlaşan zeminle paralel, kısacası ticari olmaktan kaçınmalıdır, hele bugünün Türkiye'sinde... Orhan Pamuk'u özel kılan işte tüm bunlardan uzak kalışıdır. Kendini kasmadan, kelimeleri yuvarlayarak, bilmeme, hata yapma özgürlüğünü kendine tanıyarak, doğallığın onun değerinden hiçbir şey eskitmeyeceğini bilerek... Ciddi, ağır başlı, asık suratlı, otorite konumundaki bir adam havalarına bürünmeyen... Doğallıktan bu kadar uzak, korkak bir toplumda Orhan Pamuk'un çocuksuluğu ve içtenliği anlaşılmaz, takdir de görmez haliyle.

Yazarçizer çevresinin Orhan Pamuk'un edebiyatına yönelik şu soruyu sormadıklarını fark ettim. Tamam biz beğenmiyoruz, takdir etmiyoruz bu adamı, peki dünya neden okuyor? En saygın ödüllere layık görülüyor kendisi. Bir biz akıllıyız da dünya aptal mı? Bir nedeni olmalı; düşündüm ve kendimce bir saptama yaptım: Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk dışsal yazarlardır. Bu bize gösteriyor ki bizim için günlük yaşamda doğal olan şeyler, yabancılar için alışılmadık. Bizi tanımıyorlar. Ama tanımak, izlemek hoşlarına gidiyor, çünkü onlar için anlatılan her şey yeni, duyulmamış ve görülmemiş. Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal'in edebi üslubunda olayların ve kahramanların içlerine giremezsiniz, hep bir mesafeden izlersiniz, dışarıda bir yerlerdesinizdir, tanık olursunuz olup bitenlere. Bizim kültürümüze yabancı olanlar için inanılmaz keyifli bir yolculuktur bu, keşiftir.

Bizler için Orhan Pamuk'un kahramanlarıyla özdeşleşmek zordur. O kendini yazar, e bu kadar aykırı bir adamla bir olmak zordur. Bir kadının karşısında utanan, kızaran bir Türk erkeği, hadi canım, fırsattan istifa etmeyi bile aklından geçirmeyen, bu kadar temiz. Masumiyet müzesiymiş, fettanlıklar müzesi olsa oturacak her şey yerli yerine. Ama bu Türkiye'nin gerçeği değil, bu Orhan Pamuk'un kendi dünyası. Ona özel. O bir yazar, Türkiye tanıtım elçisi değil. Her yazar kendi gerçekliğini eserlerine aktarır.

Orhan Pamuk'un kazandığı Nobel ödülü ise, Orhan Pamuk dışında herkes tarafından büyütülmüştür. Bu zamana kadar birçok ülkeden birçok yazar bu ödüle layık görülmüştür. Bunların içersinde açıkçası okumaktan zevk almadığım, beğenmediğim yazarlar da vardır. Edebiyat biraz göze, biraz ruha, biraz akla, biraz da zevke hitap eder ama en önemlisi zincirleri kırmaya. Dostoyevski'nin bir Nobel ödülü yoktur ama o gelmiş geçmiş en iyi romancılardan birisidir. Ve Cervantes... Yazarları aldıkları ödüller değil, eserleri yaşatır. Her iyi yazar bunun bilincindedir.

Orhan Pamuk Türkiye için bir değerdir. Türk edebiyatında bir renktir. Pamuk, bir yazar (bir insan) nasıl olması gerekiyorsa öyledir. Aslında bizim yazar ve entelektüel çevre olarak kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Dünyaya neden açılamadık bu zamana kadar? Orhan Pamuk bunu nasıl başardı? Kapalı bir toplum, kendine Müslüman bir edebiyat. Neyse ki yenilerden, gençlerden farklı bir ışık yükseliyor. Polisiye veya mizah yazıyorum diye edebiyat çevresi tarafından kayda değer görülme endişesi taşımadan yapıtlarını ortaya koyuyorlar. Asıl olan metindir, her zaman son sözü o söyler. Yeni oluşumlar ve Orhan Pamuk'un Türk edebiyatına katkıları yadsınamaz. Onun popülerliği, dünyanın Türk yazarlarına bakış açısını değiştirdi. Okunabilir olduğunu gösterdi. Ama o hâlâ Orhan Pamuk, bildiğin Orhan işte, başka birisi değil. Geçmişte iki laf etmiş, şimdi iki kişi olarak İstanbul sokaklarında gezmekte. Herkes kendi fikrini söylemekte özgür, biz birbirimizle laf yarıştırıyoruz, Orhan Pamuk bir söz edince, biz değil ama dünya dinliyor, okuyor, tartışıyor... Bu da hafife alınmayacak kadar ciddi bir şey...

Siz bir yazarın sokakta tek başına gezememesi ne demektir siz bilir misiniz?

6/22/2010

ASMA BAHÇELERİ


(Resimler İtalyan Ressam Botticelli'ye ait)


''Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır, Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir. Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır. Hayatın hangi katında durduğunuzu yanınızdaki kadının durduğu kat belirler. Hayatınız seçtiğiniz kadındır.''


6/20/2010

JOSE SARAMAGO VE EDEBİYAT





Jose Saramago'nun son romanındaki bir cümlesinden esinlenerek, daha doğrusu etkilenerek, düşünerek 2009'un Kasım ayında Kırılganlık başlığında bir yazı yazmıştım. Saramago'nun ölüm haberini duyunca bu yazıyı yeniden paylaşmak istedim.

Saramago, romanlarında tüm çıplaklığıyla, zaafları, kurnazlıkları, noksanlıklarıyla insanı çizer; aslında hiç ama hiçbir şeyi görmediğimizin, körlüğün vermiş olduğu rahatlıkla kokuşmuş ne varsa bal gibi yalayarak yuttuğumuzun idrakine vardırtır. En zekisi, en insan olanı dahi bazen körlükten kaçamaz, çünkü bulaşıcıdır. İnsandır...

Edebiyat, edebi olandan gelmez sadece, bu kadar basit değildir, edebiyat edepten gelir. Var mıdır edebiniz? Var mıdır aklınız? En rasyoneli bile bir çelmeyle yuvarlanıverir mantıksızlığın kucağına. Pek de rahattır o kalın, hayvani kollar. İlkeldir çünkü... Fakat gün geçtikçe, zaman ilerledikçe durum değişir. O hayvani kollar hırpalar, ezer, çaresiz bırakır ve en sonunda ya kendine benzetir ya da canını, ruhunu, yaşamını alır. Tıpkı Raskolnikov gibi. (Edebiyat) Edepsizleri işaret eder yeni yeni kurbanlar vererek ve içine alarak, kendinden geçirerek onu sen, seni de o yaparak. Ve okudukça duyumsarsın yitirilen her ne varsa insan olmaya dair.

Kişisel olarak şunu belirtmeliyim ki, Saramago gibi yazarlar olmasaydı gözüm arkada kalarak dünyadan ayrılırdım; bitmemiş, kazanılmamış bir meseleden ötürü. Lakin varlar, hep oldular ve olacaklar da. İşte edebiyatın gücü buradan gelir; değeri yadsınamaz. O kaçınılmaz olandır. Haktır, hukuktur, adalettir, yeri geldiğinde Tanrıdır. Ancak haddini bilmez, edepsizin biri hor görür edebiyatı cehennem bekçilerini kucaklayarak. Edebiyat niçin var? Birilerine haddini bildirmek için olmasın? Cervantes'ten bu yana birileri* kulağı okşayan dizelerin ardından sertçe şunları iletmişlerdir bizlere: Kral yok, sömürülmeyin, ciddiye aldığınız bu adamların anlattıklarının çoğu uydurma, kanmayın, inanmayın, aldanmayın... En nihayetinde olmadı baş edemediniz o insan sürüsüyle, işi deliliğe vurun ama yapacağınızdan geri kalmayın. Kitaplar toplatılır, kitaplar yakılır, yazarlar hapse atılır... İnsan çıplaktır, görebileni yüceltin.

Saramago'nun kitaplarını, Don Quijote'un yanına koyacağız, (ölümsüzler kulübüne) dünyaya yeni gelenler için kılavuz olsunlar ve kendilerini yalnız hissetmesinler diye...


KIRILGANLIK

Alınganlık, kırılganlık, anlaşmazlık, uyuşmazlık, bağdaşmazlık... İlişkiler iyi başlar da neden iyi gitmez bir sorun kendinize? Saramago'nun son romanında bir cümleye takıldı aklım, cümle şu: ''Çok yazık. Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil.'' (Turkuvaz Kitap/FilinYolculuğu/Sayfa 115) Gerçekten bu mudur sonuç? Şöyle bir aklımdan isimleri tek tek geçirdim, eh doğru! Bilin ki insanların aklında hep kusurlarınız kalıyor. Bir damga gibi... Cimri. Bencil. Yalancı. Güvenilmez...

Ve gelelim ilişkilere...

SEN ve BEN iki önemli kavram neredeyse. Hatta öyle ki, birlikteliğinden bile şüphe uyandıracak ikilinin ardındaki çoğulluk, o insan yığını. İlişkileri neye göre yaşıyoruz? Sanmayın ki aşk her yerde aynı yaşanır. Hayatında bir kez bile kavga etmemiş çiftler var. Mutlular mı? Âşıklar mı? Önemli olan ne? Beraberce yaşayabilmek, iyi ve güzel, değişerek, paylaşarak, zenginleşerek...
Son yıllarda ilişkilerin birbirinin aynı olması doğal gelmiyor. Müthiş ikilinin yolları, akılları, kalpleri bir yerde ayrılıyor. O kimlik yok mu o kimlik batıyor! Değişti deniyor, ilk günkü gibi heyecan vermiyor. Herkesin aynı sakızı çiğnemesine benziyor ilişkiler. Hemen psikolojik savaş başlıyor, kaygılar, endişeler, yetmeyişler. Yol ortasında çocuğunu döven anne misali, onu hizaya getirmeye çalışan sevgi paranoyası, zorla dediğini yaptırmaya çalışan, histerik, çocuğu kolundan tutup çekiştiren, hesap soran, bir türlü hoşnut olmayan sevilmemişliğin acısını birilerinden çıkartan... Hırpaladığı yavrusu kadar sevgiye ve sevilmeye hasret olan anneler... Buna Türkiye'nin aşk çizgisi de diyebiliriz. Nede olsa ilk sevgi anneyle başlar. Buhranlı, melankolik, sızılı...

İlişkileri başka türlü yaşamayı ve de yaşatmayı bilmiyor muyuz? İki insan psikolojik savaş vermeden, özgürce, dilediği gibi, sevgiyle, saygıyla, ilgiyle ve anlayışla yürüyemez mi beraber? Uslu uslu otursak, sınırları aşmadan, şiddet uygulamadan, sızlanmadan, aldatmadan, yalan söylemeden, ezmeden, ezilmeden. Toplumsal bilinç, toplumsal aşklar, toplumsal evlilikler...

Yaşanmamış, elde edilmemiş, tadına bakılmamış o kadar çok şey var ki, bir sen yoksun, olmamışsın bir türlü. Sen değilsin ki sadece yakınan, herkes parçalanmış birileri tarafından hoyratça veya kazara. Kalpleri ele geçirmiş bir virüs sanki ortaklıkta dolaşan. Peki bu insan nasıl mutlu olacak? Korkmadan korkutmadan, gözdağı vermeden, esir almadan yaşayacak aşkını, duygularını, hayatını, nasıl? Kendin sandığın şey, o bir türlü kurtulamadığın içsel çatışmaların sana ait bile olmayabilir, bunu bile bilmezken, nasıl sarılabilirsin insana?

Ne zaman seni sen, onu da o yapan iyi nitelikleriniz olunca, hiçbir şeye de paye vermeden birlikte yürüyünce belki değişir dünyan.


Kasım/2009