5/27/2010

YAZARIN OD'ASI

Ada ve adam. Yedi çizgi. Hapishane. Yedi çizgi. Odasında yazan. Bir nokta. Bartisyan’ın mumları. Duvarda uzayan gölgeler. Issız oda ve nefes alan ada. Kırmızı mürekkep, siyah şarap. Sessizlik. Kapı. Ziyaretçi. Odada iki kişi.,.

Bartisyan’ın papazlardan satın aldığı kara şarap. Nasıl üzümlerse bunlar suyu kara. Bir ada bir oda. Tek başına. Genç papaz Markus soruyor:

—Duydunuz mu efendim, duydunuz mu o sesi?
—Bütün gün odamdaydım, yazıyordum, dışarı hiç çıkmadım, nasıl duyabilirim ki? İşitmedim bir şey.

İki bardak kapıp geliyor Markus.
—Olmaz, ben su bardağında şarap içmem.
—Kadeh bulamadım. Hem şarap sudur. İç. İç. Şarabın kutsalı olur mu?
—Her şarap kutsaldır, ama her kadeh kutsal olmayabilir.

Şişeden sızan şarap masaya damlıyor; kırmızı.
—Bunun rengi neden kırmızı Markus?
—Bu vişne şarabı da ondan.
—Üzüm değil demek. Anlat bakalım neymiş bu ses? Kim işitmiş?
—Herkes efendim, herkes işitmiş, tüm ada halkı. Geceleri kimse uyuyamıyor bu sesten dolayı.
—Ben neden duymuyorum? Ben adada değil miyim?
—Ben de o yüzden geldim ya size. Tanrıya inanıyor musunuz?
—Hayır, inanmıyorum, ben papazlara inanırım, onlar benimle konuşuyorlar, hatta kapıma kadar şarap bile getiriyorlar, böylesi bana daha inandırıcı, tapılası geliyor.
—Belki beni size tanrı göndermiştir, aklınıza hiç gelmedi mi?
—Gelmedi.
—Bu ses bir işaret.
—Nasıl bir sesmiş bu Markus?
—Nefes sesi.
—Birisi oyun oynuyordur papaz efendi, gençler sever bu tür oyunları.
—Ama, ama durum düşündüğünüz gibi değil, daha ciddi.
—Nasıl ciddi? Bu ses adaya ait değil. Bu sesi çok uzaktan işitenler var. Nefes sesi gece on ikiden sonra başlıyor ve sabah ezanında bitiyor.
—Bu tanrı Müslüman olmasın Markus?
—Tanrı dinsizdir efendim, dinsizdir, bilirsiniz, biz hepimiz ona inanırız.
—Öyle, inanırız. Peki ben neden duymuyorum bu sesi?
—Ben de bu nedenle size geldim. Adadan ayrılın.
—Ne demek adadan ayrılın?
—Belki ses durur. İnsanlar uyuyamıyorlar, bir şey, bir şey var ama ne?
—Eğer gidersem ses susacak mı? Hem bu tanrının nefes sesiyse onu duymak iyi değil midir?
—Mesaj var birisine, ama o mesaj ulaşmıyor sahibine.
—Ulaşmıyor demek. Ben gidersem?
—Siz giderseniz adadan, belki mesaj yerine ulaşır.
—Ne demek şimdi bu? Hiçbir şey anlamadım.
—Bakın beni dinleyin. Sizin bu adadan ayrılmanız gerekiyor.
—Ya gitmezsem?
—O zaman mesaj yerine ulaşmaz.
—Vişne şarabı güzelmiş.
—Kilisenin bahçesindeki ağaçtan toplayarak yapıyoruz.
—Ne? Orada bir sürü mezar var Markus, bana ne içirdin sen?
—Affedin beni, ama bunu yapmak zorundaydım. Bu gece siz de duyup işiteceksiniz. Tanrı sizi seçti. Ben de size geldim.
—Demek tanrı beni seçti, nasıl? Saçmalama Markus! Git buradan, şarabını da al ve git. Bir daha sizden şarap alırsam.
—Peki gidiyorum, fakat size minnettarım. Tanrı artık yalnız değil, nefesini bizler için tüketmeyecek. Siz… Bu adadaki herkes size dua edecek inanın.
—Haydi git, saçmalama! Tanrım akıl fikir ver bu adama, genç de, ama kafayı bozmuş.

* * *


O gece nefes sesi kendiliğinden kesilir.

Ertesi sabah papaz Markus odasında ölü bulunur. Sırtından bıçaklanmıştır.

İki gün sonra papaz Joseph iki şişe şarapla Bartisyan’ı ziyarete gelir. Yazar şaşırır ama acı kayıptan ötürü geri çevirmez papazı. İçeri buyur eder. Şaraplar üzüm şarabıdır. Papaz Joseph kitabın yeni bölümünü okur:

—İnsanın ruhuna dokunuyor cümleleriniz. Aslında böyle olmasını hiç istemezdim. Ama Markus adadan gideceğinizi söyledi. Bir şey itiraf etmek zorundayım. O gün Markus size geldiğinde tüm konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Gerçekten haklıydınız, saçmaydı sizin adadan ayrılmanız. Nasıl bir mantığı olabilir ki? Bir din adamı yalan konuşmamalı. Bizim kilisenin bahçesinde vişne ağacı yok. Meyve ağacı hiç ekilmez, kendiliğinden çıktığında bile kökleriz, büyümesine izin vermeyiz. Bartisyan, sana bir sır vermeliyim. Markus’u ben bıçakladım. Şarabı fazla kaçırdığım bir akşam Markus’a sana karşı olan duygularımı açtım, anlar sanmıştım. Bir din adamı anlayışlı olmalıdır. Ama Markus bana düşman kesildi, hâlbuki çok iyi dosttuk. Çok değişti, onu tanıyamaz oldum. Aramızda bir ilişki olduğunu ve bunu patrikhaneye bildireceğini söyleyerek tehdit etti, seni görmemem gerektiği konusunda beni uyarıp durdu, yolumu kesti, bağırdı çağırdı. En sonunda sana geldi, adadan ayrılman için… Gitmeyeceğini biliyordum. Ama Markus çıldırmış gibiydi. Durum dayanılmaz bir hal aldı. Ona zarar vermeyi hiç istememiştim, sadece konuşacaktım. Onu öldürdüm. Gidip teslim olacağım. Bana mektup yazarsın değil mi Bartisyan? Yaz. Herhalde içeride on beş, yirmi yıl yatarım. Sen bu adaya aitsin, o kutsal sesi işitmemiş olsan da… İlginç olan, o sesi senin haricinde herkesin işitmiş olması. Ve Markus’un ölümüyle aniden kesilmesi.

—Kesilmedi Joseph. Çünkü o sesi iki günden beri işitiyorum. Sanırım ben ve Tanrı'dan başka hiç kimse bir daha o sesi duymayacak.



5/07/2010

Diller ve Kültürler



Her dilin özellikleri, oluştuğu kültürü de anlatır biraz. Mesela Türkçe sondan eklemeli bir dildir ve o yüzden Türkler her işi son güne bırakırlar. Kelimelerin doğada mutlaka bir karşılığı bulunur, bir şeyle eşleşir, eklerle başkalaşır. Her şey öze hizmet eder, bu da birliğin, tekliğin ifadesidir.

İngilizce, köklerden türememiştir, sabittir ve her şeye bir ad vermişlerdir, bu nedenle kelime sayısı çok fazladır, her kelimenin anlamı kendisine aittir, tabiri caizse cuk diye yerine oturur, Türkçe gibi lastik değildir, konuşana da kıvırma şansını pek tanımaz. Özellikle de cümlenin daha başında özne ile yüklemin gelmesi insanları dürüst kılar. Türkçede, cümlenin en sonundaki yükleme gelene kadar ne masallar yazılır, ne hikâyeler anlatılır patrona, eşe, dosta, öğretmene… Kısaca, cümle tamamlanana kadar atı alan Üsküdar’ı geçer… İngilizlerin böyle bir düşünme ve kaçma payı maalesef yoktur…

Türkçenin yapısı, kelimelerin kök ve eklerle ilişkisi beni her zaman çekmiştir. Mesela gerçek kelimesi: Ger-çek. Ger Türklerin orta Asya’da kullandıkları çadırlara denir, Ger-dek gecesi de buradan türemiştir. Bir şeyin gerçek olup olmadığını anlamanız için onu tutar çekersiniz; tuttuysanız, çektiyseniz, size doğru da geldiyse o gerçektir. Aynı zamanda ger (çadır), aileyi, ocağı temsil eder. Eee Türkler için hayatta bundan daha gerçek ne olabilir ki, insanın gerçeği evi değil midir? Ev-et…


Yurtdışında bir süre yaşayanlara sorarlar, en çok neyi özledin diye. Ben en çok Türkçe konuşmayı özlemişimdir; ifadeyi buluş şekli, derinliği, iklimin felsefeye yatkınlığı özlenmeyecek gibi değildir.



Baskıcı toplumlarda, konuşmak aynı zamanda sevişmektir. Hele cinsellik bir tabu olmuşsa bu bir ihtiyaç olarak dile yansır. Türkler çok konuşuyorlar. Konuşmaların mayası da genelde tartışmaya, çatışmaya yönelik oluyor. İngilizler konuşurlarken heyecana kapılmazlar, en vahim anlarda soğukkanlı kalırlar, bu özellikleriyle de çok iyi dalga geçerler. İnsan sinirlenince, heyecana kapılınca nefesini tutar, beyne oksijen gitmez, kafa doğru çalışmaz, aptallık baki kalır. Ama baskıcı toplumda aptal yerine konmak, aptal olmaktan daha mühim olmuştur her zaman. ''Kimse beni aptal yerine koyamaz!'' Ve konuşmak, rahatlamaktır. Bu yüzden Türklerde böyle bir sendrom gelişmiş, kendini anlatma ihtiyacı. Kimse kimseyi dinlemediği için, anlaşılamamaktan da devamlı şikâyet ederler. Avrupa da bir türlü anlayamamıştır Türkleri. Ama Osmanlıyı anlamışlardır. Yıllarca birbirleriyle savaşan Avrupa’daki devletler şimdi Osmanlının gelişmiş bir üst modeli olmuştur. Arap Osmanlıdır, Bulgar Osmanlıdır, Kürt Osmanlıdır, Yunan Osmanlıdır, Türk Osmanlıdır, Ermeni Osmanlıdır, Musevi, Hıristiyan, Müslüman Osmanlıdır... En azından 600 yüzyıl boyunca öyleymiş… Avrupalı kimdir? Asya’da yaşamak Asyalı olmak mıdır? Ruslar Asyalı mıdır? Avrupalı olmak nedir? İngilizler Avrupalı mıdır? Bir İngiliz bunun üzerinde bir iki saat düşünebilir elindeki sterline bakarak.

Türkler içte olduğu gibi dışta da otorite kurma mücadelesi verirler. Avrupa kayıtsızdır. Zengin züppe çocuktur ve sana ne yapacağını söyler. Fesattır. Kesin bir oyun çeviriyordur. Türkler hemen güreşe tutuşurlar Avrupa’yla... Boyunun ölçüsünü almaya kalkarlar. Gün gösterme hevesine kapılırlar. Tek dişi kalmış olsa da bir canavar vardır mutlaka Türkleri ısırmaya niyetli… Türkiye’nin dört bir yanının düşmanlarla çevrili olduğunun altı çizilmiştir de üç bir yanının denizlerle çevriliği olduğu görülmemiştir. Suda mı yaşıyor bu düşmanlar? Sudaki düşmanlar! Bir Van Canavarı vardı içerde, gölde, ama onu da gerip çeken olmamış, düşmandan sayılmaz. Osmanlı ise etrafını kuşatan topraklara düşman gözüyle değil, fethedilecek ganimetler, zenginlik olarak bakmıştır. (Günümüzün Avrupa’sı…) Sömürgeciliğe geçemeyişle ve milliyetçilik akımının güçlenmesi ve dünya sisteminin değişmesiyle imparatorluk parçalanmıştır.



Türkler konuşmaya sevdalı; şunu yedim, şunu aldım, böyle düşünüyorum, bunu savunuyorum gibi şeyleri, hayatlarının her ayrıntısını anlatmakla ve de karşısındakine kendi fikirlerini yutturmakla ömür tüketiyorlar. Bir İngiliz’in veya Fransız’ın ömrünü birisi için tükettiğini, saçını süpürge ettiğini görmedim. Bildiğin yaşıyorlar. Olması gerektiği gibi. Birbirlerini hırpalamadan. Yorulmadan, karşısındakini yormadan, bezdirmeden, şikâyet etmeden, yarışmadan. Yarışmacı zihniyet, Türklerin en tehlikeli özelliği, çünkü kapitalist sisteme kolayca geçilmesini sağlamıştır; maneviyattan maddiyata. Hâlbuki Türk kültürünün özünde sadelik esastı, var olanı göstermek ayıptı, şimdi moda. Yarışmak, birinci gelmek için tüketiliyor her şey. Onda olan sende nasıl olmaz, sen insan değil misin? ''Nasıl geçtim ama seni yeni otomobilimle, fark attım sana, bir gol yedin oğlum Şinasi benden, kolaysa borç harç al kendine yeni bir otomobil.'' Durur mu Şinasi hemen savunmaya geçer, kayınvalidesiyle paslaşır, gelen parayla hemen Bodrum’dan bir yazlık alınır. Bu mühim mesellere kafa yorarlar. Dışa kapalı, meraksız, kendine ve kendinden olana aşırı duyarlı Türk toplumu. Kediyi merak öldürür sözü bu bakış açısını çok iyi resmediyor. Merak var, ama bu merak toplumun otokontrolünü sağlamaya yönelik. Savaşçı… Baskıcı… Aptallığa müsait… Eğer bu yarışmacılık kana işlemeseydi, kapitalizm barınamazdı bu toplumda. Bir çanak yemek, bir hırka, bir dam yeterdi yaşamaya. Mal da yalan mülk de yalan var da biraz sen oyalan… Oyalanmak ne demek yaşama sebebi.



Türklerden uzaklaşıp beni delirten Fransızcaya geçelim. Neden delirdiğimi belirteyim, dört yıldır üzerinde çalıştığım romanımın bir bölümü Paris’te geçiyor. Ve kahramanlarımız da dolayısıyla Fransız. Ama şöyle bir durum var ki Fransızlar isim özürlü. Kralların ismine bakmamız durumun ne kadar vahim olduğunu bize gösteriyor; baştan sona tüm kralların ismi Louise. Halkı da ikiye ayırıyoruz bir bölümü Jean, geriye kalanların hepsinin adı Jacques. Bir de bir dönemi yazıyorsanız, her ismi de koyamıyorsanız… Velhasıl, karakterlerden birine bir Fransız arkadaşımın ismini, bir başka arkadaşımın da soyadını verdim. Fransızcada beni delirten bir diğer durum ise, söylenmediği halde sonuna eklenen harfler. Madem kullanılmayacaksa, söylenmeyecekse neden eklenir? Çünkü Fransızlar, tarihin her döneminde süse düşkün olmuşlardır. Fransızların sade ruhu sese, şatafatlı yaşamları, giyim ve kuşamları harflere dönüşmüştür. Diğer iki dile dikkatli bakınca İngilizcenin ne kadar komplike bir dil olduğunu anlamış oldum. Harfleri güzelce, bol bol kelimelerin içine serpiştirmişler, bazı harfleri çıkartmışlar, kelimelere şekil vermişler. Türkçede ses yankı misali yazıya dönüşür. Bu dünyada var olmayanı yazıya ekleyemiyorsunuz, söze dökemiyorsunuz. Bu nedenle fantastik kurgulara pek yer vermiyor. Fantastik kelimesinin tam karşılığı da Türkçede yok zaten, gerçekdışı kelimesini kullanabiliriz ama kulağa hiç fantastik gelmiyor. Türkler için Ay’a gitmek gerçekdışıdır. Örneğin Jules Verne 1856 yılında Ay’a Yolculuk kitabını yazdığında eğer Türk olsaydı, annesi ve edebiyat çevresi derdi ki ''Oğlum, şöyle ipe sapa gelecek şeyler yazsan da bütün sülalemiz okusa, Ay’a nasıl gidilir akıl var mantık var'' edebiyatçıların yaklaşımı ise ''milletimizi ilgilendiren bu kadar mühim mesele varken, neymiş Ay’a Yolculuk’muş, gerçekçi ol Jules Verne, ayağın yere bassın, yoksa ciddiye almayız seni, konferanslara da çağırmayız'' ama Ay’a gidildi. Hayaller gerçek oldu. Büyüksün Jules Verne, büyüksün! İlginç, Jules Verne’nin Osmanlıya ve Türklere ilişkin bir kitabı da bulunuyor. Dil ve kültür arasındaki bağ ne kadar güçlü. Günümüz Türkiye’sinde bir çocuk, ''anne ben büyüyünce astronot olacağım, Ay’a gideceğim'' dese, konu komşu hemen müdahale eder, ''mühendis, doktor ol oğlum yaşlanınca annene kim bakacak?'' Tutacaksın, kendine çekeceksin, geliyorsa o gerçektir, geri kalanı hayaldir, boştur. Bir arkadaşım atom mühendisiydi ve hayatını çimento satarak kazanıyordu, bu da takdiri ilahi olsa gerek…

İngilizcede kelimeler her şeydir, kelimesiz eylemler hiçbir şeydir. Doğru kelimeyi kullanmıyorsan kendini ifade edemezsin. Türkçede ise bir kelimeyle tüm hayatını anlatabilirsin, İngilizcede anlatamazsın, pratik bir dil değildir, entelektüeldir.

Gelelim dillerdeki müziğe… Son zamanlarda gençler Türkçeyi kelimelerin son hecesini uzatarak ve aşağı çekerek konuşuyorlar. Bunu, baskıcı bir topluma karşı gençlerin dilsel tepkisi olarak kabul edebiliriz. Yayarak konuşmanın anlamı, seni takmıyorumdur, yaşını başını almış, düzgün Türkçe konuşanlara ve otorite olan kişilere yanıttır: SENİ TAKMIYORUM. Baskıyı kaldırsak da gençler güzel Türkçe konuşsalar, azınlık değil çoğunluk olduklarını idrak etseler. Toprak için ölünmez ama insan kendi dili için ölebilir. Çünkü binlerce yıl ötesindeki gökyüzünü ve yeryüzünü kelimelerin içine sığdırarak dili gittiği her yere taşıyabilir insan. (Ne de olsa dil insanın ağzının içindedir, tutulur, çekilir, acır, gerçektir) Ay’da Türkçe konuşursun… Bugün vatanın burasıdır, yarın başka bir yere göç edersin, farklı bir kara parçasına. Konuştuğun dil senin vatanındır. Dil, coğrafi sınırları kendiliğinden çizer. Siz adını ne koyarsanız koyun, oradaki insanlar nece konuşuyorlar, o dil, o toprağın sahibidir. Aklıma Anadolu’dan Arjantin’e yerlermiş bir Ermeni geldi, çok güzel Türkçe konuşuyordu, yumuşacık, aradan onca zaman geçmiş unutmamışlardı. Dil böyle bir şey, yanında götürebiliyorsun her yere. Diğer taraftan İngiltere’ye, Amerika’ya yerleşen ve yabancılarla evlenen Türklerin çoğu çocuklarına Türkçe öğretmiyor. Nasıl bir ironi bu? Çocuklara yapılmış bir haksızlık. Bir dilden, bir dünyadan mahrum kalmak…

İranlı bir arkadaşımla sohbet ederken Farsça ve Türkçe ortak kelimeler aramaya başladık. Osmanlının dil anlayışı içine olan, bir kelimenin her dildeki karşılığını ardı ardına sıralayan, bu şekilde kültürler arası ortak bağ kurmaya çalışandı. Çok fazla ortak kelime bulduk, bir örnek dünya. Sömürgecilik anlayışında dilleri içine alma olmamıştır, sömürgecinin dili sömürülenlere öğretilmiştir. Bu nedenle bazı diller dünya üzerinde çok konuşulur hale gelmiştir; İspanyolca, İngilizce, Portekizce gibi…

Osmanlıca, kültürleri içine almıştı. Türkçe, kültürleri dışına almıştı.

Türkçe melodik bir dil değildir, duyguların ifadesi sese yansımaz, düzdür, İngilizcede hello demenin bir melodisi vardır, Türkçede heceleri oynatmadan mer ha ba dersiniz, ama öyle bir merhaba dersiniz ki sesinizdeki tını neler neler anlatır; bazen okyanusları aşar, bazen bir dostluk çağrısıdır, kulak hemen ayırt eder tonlamadaki farkı. Hangi merhaba? Vurgular önemlidir, bir merhabayla keyifsiz olduğunuz hemen anlaşılır.

Türkçede dudakları, mimikleri hareket ettirmeden konuşursunuz, İngiliz aristokratlarına yakın. Baskı kültürü dilde kendini en iyi gösterendir. Japonca konuşurken her kelimenin sonunda başınızı eğmeniz gerekir. Rahat rahat konuşan bir Japon hayatımda görmedim. Bu nedenle Japon gençler rock müzik diliyor, çok çılgın kıyafetlerle, rengârenk saçlarla geleneklerin, baskı kültürünün dayatılarına dur diyorlar, ama konuşurlarken başlarını eğmeden edemiyorlar. Dillerin içinde doğdukları kültürlerle bağlantısını keşfetmek çok eğlenceli.

Japonların yıllarca uğraşıp İngilizceyi öğrenememeleri ama altı ayda çok güzel Türkçe konuşmaya başlamalarına ne demeli? Bu hızlı gelişimden iki dildeki ses ve yapı uyumunu görmemek elde değil. İngilizlerin r harfini yutarak Türkçe konuşmaları, melodi katmaları kaçma isteği uyandırırken, bir Japon’dan aynı şeyleri işitmek kulağı okşuyor.

Dil aşktır. Türkçeyi yeni öğrenen veya bilmeyen birinin aksanlı bir biçimde isminizi telaffuz etmesi size bir şey çağrıştırmaz, ama aynı dili konuştuğunuz birisinden duymak, deprem gibi sarsar. Hele sevdiğinizin ağzından duymak nasıl etkiler? Şu İngilizler adımı bir türlü doğru telaffuz edememişlerdir. Fransızlar başkadırlar, onlarda isimlerin bir önemi yoktur, herkes Jacques’tır nede olsa.


Yazdıklarımın hepsi benim şahsi yakıştırmalarımdır, bu nedenle gerçeklerle herhangi bir bağlantısı olmayabilir. Gerçekdışı diye nitelendirebiliriz. Statükocu değil, Fantastikocuyum. Pek ciddiyet ve önem arz etmese de ayaklarım yere basmadan düşünüp yazıyorum, kısaca ehlikeyif. Ne demiş Nefi ''tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil.''