6/13/2011

Kutsal Sır

Kutsal sırrı öğrendiği gün göl kenarında gezintiye çıkmıştı Orentus. Kıyıda durmuş sudaki yansımasını izliyordu. Derken yağmur tanecikleri dalgalandırdı siluetini. İnsanın kendisini, kendi gerçeğini görmesinin bu dünyada mümkün olamayacağını düşündü, hiçbir şey aslını tam yansıtmıyordu. Şekilden şekle giren bulutlara baktı. Yüzüne birkaç yağmur damlası düştü. Akşam karanlığına kalmak istemiyordu. Manastır yoluna çıkan dik patikayı tırmanırken yağmurla kayganlaşan taşa basar basmaz ayağı kaydı ve yamaçtan aşağı yuvarlandı. Gözlerini açtığında başında duran kişiden ürktü, yüzünü gizlemişti çünkü. Bir keşişe benziyordu. Orentus’u kolundan tutarak kaldırdı ve onu manastıra götürdü. Hava kararmıştı ve o günkü son ayin için toplanmıştı herkes. Odalar boştu. Keşiş hiç konuşmuyordu, cebinden çıkardığı kâğıdı Orentus’a verdi. Latince birkaç cümlenin üzerinden iki üç kez geçtikten sonra Orentus keşişin konuşmama yemini etmiş olduğunu çözebildi. Onu manastırda konaklayanlar için ayrılmış misafir odasına yerleştirdi. Yiyecek ve içecek bir şeyler getirdi. Sonra kendi odasına çekildi. Orentus penceresinden dışarıyı izledi, iyice bastıran karanlığa arkasını dönüp bir mum daha yaktı. Bitkilerin şifasını anlatan kitabını bıraktığı yerden okumaya koyuldu. İki sayfa sonra kalbine bir şey saplanır gibi oldu. Şu keşiş konuşmama yemini etmişti. Bunu rahibeler yapardı, ama mastıra kadın girmesi yasaktı. Yüzünü de görmemişti. Eğer manastıra bir kadını kendi elleriyle soktuğu öğrenilirse onu kovarlardı. Keşişin kaldığı odanın kapısını çaldı. Hiç ses gelmedi, içeri girdi, oda boştu. Manastırdaki her deliğe baktı, herkese sordu ama keşişin izine rastlayamadı.

Orentus bağ bozumu için köylülere yardıma gitmişti. Sepetlere doldurulan üzümleri at arabasına yüklüyordu. Köylü kadınlardan biri yanına geldi ve çok hasta, ölüm döşeğindeki bir çocuğun onun dualarına ihtiyacı olduğunu söyledi. Orentus kadının arkasından köye gitti. Köydeki tek göz odalı evlerde çocuğun ölüm haberi kapıdan kapıya dolaşmaya başlamıştı bile. Orentus, ölünün ardından son duasını etti, çocuğun yüzüne dokundu, parmak uçlarında hafif bir serinlik hissetti. Daha kaç insan gömecekti, kaçı için böyle dua edecekti? Köy evinin kapısında durmuş hayatla ölüm arasındaki çeşitli mesafeleri ölçüyordu ki ölen çocuğun annesinin yanına geldiğini gördü, kadın ona teşekkür etti. Çocuğun ölmeden önce Orentus’a iletmesini istediği bir mesajı olduğunu, bu nedenle kendisini çağırdığını anlattı. Orentus, çocuğu ilk kez görmüştü sanki. Kadın, çocuğun söylediği kutsal sırrı, bir kağıt parçasına yazılmış olarak verdi. Kâğıtta Latince ‘sustuğum zaman sen de susacaksın ve konuştuğum zaman sen de konuşacaksın ve ben ölmeden sen de ölmeyeceksin’ yazıyordu. Orentus çocuğun bunu nereden öğrendiğini sordu. Kadın, köye gelen bir keşiş olduğunu ve çocuklarla sohbet ettiğini söyledi. Belki ondan öğrenmiş olabilirdi.

Rahip, köyden yürüyerek uzaklaşmış ve dalgınlıkla manastır yolundan sapıp göl kenarına gelmişti. Gölde kendi yansımasına bakarken yağmur damlacıkları sudaki aksını dalgalara ayırdı. Orentus sanki bu anı daha önce yaşamıştı. Ama bu andan sonra neler olmuştu onu hatırlayamadı. Yağmur iyice bastırmadan manastıra varmak için koşar adımlarla dik patikaya tırmanmak üzereydi ki çalıların arasında birisinin acı acı inlediğini işitti. Genç bir rahiple karşılaştı, ama yüzü kapalıydı. Onu manastıra kadar sırtında taşıdı. Su ve yiyecek verdi, bacağı incinmişti, sardı. Adı Mikael’di. Ertesi sabah Orentus tüm manastırı aradı ama Mikael’i bulamadı. Hiç kimse onu görmemişti. Odasına döndüğünde yatağının üzerinde bir not buldu. Mikael ona teşekkür etmişti. Notu göstermek için yakın arkadaşı İkarus’u aradı. Onu kütüphanede buldu, yeni gelen kitapları yerleştiriyordu raflara. Orentus kâğıdı arkadaşına verdi. İkarus notta yazılı olanları yüksek sesle okudu: ‘sen ne gördüysen ben oyum, kadın bir keşiş veya yaralı bir hırsız veya gerçek bir dost, her şeyi gören ve izini süren Tanrı adına âmin’ İkarus notu Orentus’a uzattı. O da alıp tekrar okudu ve orada Mikael’in teşekkür yazısından başka bir şey göremedi. İkarus arkadaşının sırtını sıvazlayarak şöyle dedi ‘sana kutsal sırrı söylediğim o günü hatırlıyor musun?’

6/08/2011

Merdivenler Kafka






Merdivenler ve rüyalar birbirlerine çok benzerler. Gülümsedi. Durdu. Sizin gibi. Benim gibi dedi. Elindeki sigaradan son bir nefes çekip kül tablasına bastırdı. Bir çay daha içer miyiz? Basamaklar, insana çok şey anlatır duyumsamadan. Elini saçlarına götürdü: Düşünmeden düşünmek gibi mi? Çay tabağındaki iki şekeri masada biriken diğer şekerlerin yanına bıraktı: Gidişleri, gelişleri, yorgunlukları, bekleyişleri, yaşlılığı, ciğerleri, çocukları… Evet çocukları. İki yaşındaki çocuk merdivenleri nasıl tırmanır ama, boyundan büyük basamaklar. İşte rüyalar… Boyundan büyük basamaklar. Boyundan büyük dalgalar. Elindeki çay bardağına bakarak sözünü kesti: Nemrutlaşma derler ya, o kadar dik, o kadar zor. Çeşme başında duran kız, âmâ. Bakma. Ayıp. Dün bir dilenci gördüm, kaldırımda oturmuştu, dizlerinin üzerinde doğrulmuş elinde bir parça ekmek, gözlerini uzağa dikmişti, belki de geçmişe, belki de boşluğa ya da hiçbirimize kendini göstermeyen Tanrı’ya bakıyordu. Yanından öylece geçiyordu insanlar. Donmuştu, kareydi, zamanın dışındaydı o. Kimdi? Tanıyor musun? Hayır. Roller, gözleri kör eder. Çeşmenin başındaki ağma. Hayatında hiç sağır dilenci gördün mü? Hayır. Merdivenler. 156 basamak. İnişler ve çıkışlar için. Eğer bir heykeltıraş veya mimar olsaydım sadece merdiven yapardım, dünyanın tüm ara sokaklarını birbirine bağlayan, tuhaf, birbirini simetrik izlemeyen, orantısız, karşısındaki insana kendini unutturan, ben bu merdivenden nasıl çıkarım, nasıl inerim dedirttiren rüyamsı. Kadın: Ben patikaları severim. Öykülerimde de hep patikalar vardır. Merdivenleri Kafka sever, ben patikaları. Filozofları sevdiğin kadar dilencileri de seviyorsun. Öylece durup izlemek... Belki de sevdiğim budur. Biliyorum. Bilmek güzeldir. Patikaları bilmek gerekir ya da keşfetmek, izleri takip ederken iz bırakmak. Zaten tüm yaptığımız ve de yapacağımız bu, izleri takip ederken iz bırakmış olmak. Daha önce kimler kimler geçti, burada da bir işaret bırakılmış dedirtti bana, aynı duyguları tatmışız, farklı zamanlarda, farklı insanlarda, farklı bedenlerde. Adam: Merdivenler, bunu insana yaşatmaz; işlevseldir, sana bir iz sunmaz. Rüyalar da öyledir, uyanırsın ve her şey biter. Eteğini dizinin üstüne biraz çekerek: Katılmıyorum. Rüyalar çok derin izler taşırlar. Söylenmemiş, idrak edilmemiş en naif şeyleri yaşatma gücüne sahiptirler. Ellerini masanın üzerinde kavuşturdu: Susmak? Hayır, söylenmemiş şeyler susmak anlamına gelmeyebilir. Gözlerini kaçırmadan: Gizlemek? Asla, gizlenmeyi bilmez, gerçeğin varlığına aykırı. Eninde sonunda söylenir. Ve söylüyorum, hayat tüm rüyalardan ve düşlerden daha güzel. Adam: Yalan, külliyen yalan. Kadın: Eskiden evet hayallerime sıkıca bağlanmıştım, zırhtı benim için, görünür olmamalarına karşın en sağlam korunaktı hayallerim. Ama sonra Tanrı’nın düş gücünün benimkinden daha üstün olduğunu kavradım. Kendi sığlığım hiç de güvenli değildi ve o müthiş bütünsellikten, birlikten uzaktı, soğuktu, cılızdı, dardı, büyütmüyordu beni aksine yok ediyordu, yaşamıyordum, hayallerim beni de hayali, rüyamsı kılıyordu. Ve sonra buradayım karşında, Tanrının düşüne ortak oldum. Onun hayalleri tekillikten çoğula geçişi temsil ediyor, çevrende gördüğün her şey düşlerin gerçekleşmişliğinden oluşuyor ve bu ete ve kemiğe bürünmüşlük muhteşem mükemmellikte. Dokunabiliyorsun, tadabiliyorsun ve de şaşırabiliyorsun, en güzeli de bu, hiç tanımadığın biri sana bir broşür veriyor ve izi takip etmek senin tüm kaderini şekillendirebiliyor. Merdivenler diye sordu adam. Kadın: Patikalar, ben patikaları severim dedi.